Translate

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ne varmış şu Moskova'da?


29 Haziran:
Sabah dedim ki bir online checkin yapayım şöyle koridorda önlerde güzel bir yerim olsun. Ne mümkün? Aeroflot'un online checkin yapılabilecek kalkış noktalarında İstanbul yok. Hadi ordan! Gittik tabi mecburen havaalanında yaptırdık checkin'imizi, dolayısıyla ne cam kenarı ne koridor dandik bir yere oturduk. Uçağa biner binmez Rusya hemen hissediliyor. Gerek hosteslerin soğuklukları gerekse güzellikleriyle. 30 tane Rusça konuşup cevap alamayınca İngilizce konuşmayı akıl edebiliyorlar. Servis de zaten zayıf. Bir de bana imigration card vermediler. Vizeyle mi geldin dedi hostes, hayır dedim o zaman buna ihtiyacın yok dedi. İyi dedim madem. Ama sınır polisi tabi ki istedi kartı. Oturup doldurduk mecburen orada. Yani Rusya'ya gideceklere tavsiyem, hiç birşey bilmeyen hosteslere inat, o kartı onlardan isteyin ve uçakta doldurun ki polis bankolarında kuyruk olmadan sınırdan geçebilin. Yoksa siz kartı doldurana kadar millet doluşuyor.

Neyse yolculuk bitti havalimanından çıktık bir baktım Tanya beni bekliyor. Kavuştuk ettik sonra bindik arabaya tuttuk otelimin yolunu. Saat 2'yi geçiyor. Moskova'ya girdikten sonra sana bir sürprizim var dedi. Merak ededururken üç iki bir diye saydı köşeyi bir döndük Kremlin. Bitmedi dedi birkaç dakika sonra da Aziz Vasil Kilisesi karşımıza çıktı. Sürpriz buymuş meğer. İyi de ben bunları göreceğimi zaten biliyordum :) Neyse, otele vardığımızda saat 3 buçuk gibiydi. Tanya bir sonraki sabah için önce 7'de, sonra 8'de sonra da 9'da buluşalım dedi. Bana kalsa öğleden sonra buluşalımdı ama, 9 için sözleştik. Otele girdiğimizde resepsiyondaki çocuğun çok iyi ingilizce konuşuyor olması beni biraz rahatlattı. Odama yerleştim, saat 4 gibi yatağa girdiğimde hava apaydınlıktı.

30 Haziran:
9 gibi buluştuk. Tanya Kremlin'de pek bi atraksiyon yok dedi gitmeyelim dedi iyi dedim ama içimden de nasıl olur diye düşünmedim değil. Sonradan internetten okuyup neler kaçırdığımı gördüm fakat iş işten geçmişti. (Burada anladım ki bir şehri oranın yerlisininin isteği doğrultusunda değil, bir tur ile gezmek daha mantıklı). Arabayla bir yere kadar gittik sonra inip metro'ya bindik. Moskova'nın meşhur metro istasyonlarının hakikatten her biri birer müze gibi. Bir de köpek heykellerinin burunlarını ellemenin uğur getireceğine inanıyorlar. O yüzden her geçemn köpek heykellerinin burunlarını elliyor. Metro istasyonundan çıktık ve kızıl meydan karşımızdaydı. Önce Lenin mozelesi için sıraya girdik. Çok uzun bir kuyruktu. 20 dakika bekledikten sonra Tanya dedi ki sen git meçhul asker anıtına bak, nöbet değişimi olacak, onu izle ben sırada beklerim dedi. İyi dedim gittim bekliyorum bir baktım bu da gelmiş. Sıra ne oldu dedim, birine söyledim gidince gireriz dedi, tamam dedim. Nöbet değişimi oldu, bu beni tekrar sıraya koşturdu bir baktık sırayı emanet ettiği kişiler girmiş. Bu sefer ilkinden daha uzun bir kuyruğa girip 40 dakika civarı daha bekleyip içeri girebildik. Adamı öyle görmek hakikatten bir garipti. Çok güzel muhafaza etmişler, sanki uyuyor gibiydi.


Lenin'den sonra kızıl meydanın dışında bulunan müzeye girdik. Müzelerden pek hoşlanmadığımı tekrar hatırladım. Sonra oradan çıkıp kızıl meydana geri döndük. GUM alışveriş merkezini biraz gezip benim asıl çok istediğim Aziz Vasil Kilisesine yaklaştık. Hansel ve Gretel'in pastaları gibi bir yapı. Zaten Rusya'da tüm yapılar pastaya benziyor. Isırası geliyor insanın.
İçinde dışında bir sürü fotoğraf çektirdikten sonra kızıl meydanı terkedip Tretyakov resim galerisine gittik. Burası hakikatten çok hoşuma gitti. Bu Ruslar resim çiziyor arkadaş.

Akşam olduğunda da heyecanla beklediğim Kuğu Gölü Balesine gittik. Şahane bir gösteri izledik. Sadece orkestrası yeter. Ve gerek hikayenin işlenişi olsun, gerek kareografi olsun gerekse müzikler olsun dört dörtlüktü. Saat 10 gibi gösteri merkezinden çıktık bir baktım hava hala aydınlık. Güneş gözlüğü taksan takılır. Hiç mi batmaz güneş bu ülkede?

Gösteriden sonra Tanya'nın çok iyi ingilizce bilen ve dolayısıyla onunla birlikte olmaktan çok zevk aldığım bir arkadaşıyla yemek yedik. "Lost in Translation" olduğumuz kısımların bir kısmını tamamladı. Yemekte garip bir soslu somon balığı yedim, enfesti. Gecenin sonunda ise otelde içerim diye aldığım suları Tanya'nın arabasında unutarak kendime yakışanı yaptım ve bu günü sonlandırdım.

1 Temmuz:
Sabah Tanya ile 10'da buluşacaktık ama hanfendi 12'de teşrif ettiler. Meğer dün 12 demek istemiş ama ingilizcesi yeterli olmadığı için 10 demiş. 2 sayı eksik kalmış yani. Zaten bu İngilizcesinin yetersizliği yüzünden hakikatten gitgide çok sıkıcı ve gergin bir Moskova turu oldu benim için. Neyse.

Sabah ilk işimiz Novo-Deviçye mezarlığında yatmakta olan Nazım Hikmet'i ziyaret etmek oldu. 4 tane karanfil bıraktım ustanın mezarına. Türkiye'den getirdiğim özel hediyelerle bir de mektup bıraktım. Sonra Novo-Deviçye manastırını ve oradaki binaları ziyaret ettik. 


Ardından da Ostankino kulesine gittik. Kuleye giriş çok zor. Rusya'ya giriş bile daha kolay. Pasaportlarla 50 yerde güvenlik kontrolü falan. Sıkıcı ve anlamsız. Kulede bir sonraki tur için yarım saat bekledik bu sırada açlıktan öleceğimi Tanya'ya kırkıncı kez belirttiğimde orada bulunan kafede bir sandviç yiyelim bari dedi. Sandviç diye beklediğim şey aynen şu geldi: bir adet tost ekmeğinin üzerine iki dilim kaşar konmuş bir şey. Gel de çıldırma. Üstelik kafede tüm bayraklar var, bir tek Türk bayrağı yok. Gelip 3 kuruşa tatil yapmasını biliyorlar ama güzelim ülkemizde. (Yazdıkça sinirleniyorum)

Neyse, tur başladı. Rehber tabi ki sadece Rusça konuşuyor. Zaten Ruslar genelde ingilizce bilmiyorlar da, turistlere yönelik şeylerde, gerek bu tarz turlar, gerekse turistik mekanlardaki yazılarda (müzeler ve hediyelikçiler dahil) Rusça dışında bir dilin olmayışı çok sinir bozucu.

Kule turunu tamamladıktan sonra ise artık tahammülüm kalmamıştı bir saniye daha yemeksiz duracak. Ucube bir kafeye götürdü bu beni, orda Rusların değil Meksika'lıların geleneksel yemeği olan quesadilla'yı yedik. Yine kesmedi tabi ama birazdan izleyeceğimiz geleneksel dans gösterisinde idare edebilmemi sağladı.

Dans gösterisi genel olarak vasattı diyebilirim, tek doğru düzgün zevk aldığım anı, sonunda çalınan Kalinka ile yapılan danstı. Ama yine de Ruslara özgü birşey daha izlemiş olmak güzeldi.

Gösteriden sonra ise Taras Bulba isimli bir yerde yemek yedik. Bu otantik mekan hakikatten çok güzeldi. Türkçe menüleri de var üstelik. Ben menüye bakarken benim için sipariş çoktan verilmişti ve ne olduğunu anlamadığım bir çorba içip ne olduğunu anlamadığım acayip tatlı ve susatıcı bir içki içtim. Mekan süper, yemek yine vasat yani.

Anlayacağınız üzere biraz dolmuş vaziyette otele dönerken ise su alma talebinde bulundum Tanya'ya. O da bakkaldan su istsemenin Rusça'sını öğretmeye çalıştı bana. Şu an havamda değilim, öğrenemiyorum söyleyemem falan dinletemedim. Dedim lanet olsun ben alırım kendi suyumu. İnip bakkala derdimi ingilizce anlatmaya çalıştım. Bakkal da 1 litrelik mi yarım litrelik mi diye soruyormuş bana ama Rusça sorduğu için anlamıyorum tabi. Biraz da dangoz olduğu için gösterip de sormuyor. Sonunda o da sinirlendi ben de, aldım 4 tane su çıktım. Otele geldiğimde bir farkettim ki, sular gazlıymış. Son nokta artık.

2 Temmuz:
Bugün ilk işimiz Tsaritsyno Parkı'na gitmek oldu. Bol yeşillikli içinde bir kilise, bol bol köprü, akarsu vs barındıran bir park. Çok güzel bir park. Huzur bulunası. Bir özelliği, bütün evlenen çiftler buraya geliyor fotoğraf çektirmek için. Ve de limuzinle. Kesinlikle limuzinsiz bir gelin-damat görmedik. Aynı anda 4-5 tane gelin damat görülebiliniyor. Parkta 2 saatlik bir gezintiyle de 100 civarı çift görebilirsiniz.


Sonraki durağımız bizim İstiklal'in yandan yemişi olan Arbat caddesiydi. Çok şaşalı olmayan sade, turistik bir cadde. Hediyelik eşyacılarla dolu. Buralarda bir iki İngilizce hatta Türkçe bilen tipe bile rastlamak mümkün oldu. Hard Rock Cafe'de ise Efes Pilsen'in hüküm sürmesi gurur verici birşeydi. Burada Tanya'nın yine İngilizce bilen bir başka arkadaşı katıldı bize. Tabi ki onunla da sohbet etmek keyifliydi. Daha doğrusu sohbet edebilmek keyifliydi.

Arbat'ın ardından Kurtarıcı İsa Kilisesine gittik, tabi ki içine girmeden dışını gezdik. Bol bol fotoğraf çektik. Sonra 9 gibi Tanya beni tekrar otelime bıraktı. Ah burada dil bilen erkek bir arkadaşım olacaktı ki dedirtti bana bu.

Neyse odamda duşumu aldım, biraz internete baktım ve yatağa yayılıp televizyonda anlamak için Rusça gerektirmeyen bir kamera şakası programı buldum onu izlerken telefon çaldı. Tanya gelmiş, resepsiyondan arıyor. Gel aşağı diyor. İndim bir baktım bu bir bardağa bira doldurmuş, al diyor Rus birası, yarına kadar sabredemedim. İçtim, pek hoşuma gitmedi. Dedi ki Efes mi daha güzel, bu mu. Ben de Efes tabi ki dedim. Meğer beni kandırmış, o bira da Efes'miş. Ama Efes Fusion. Tamamen farklı ve sadece Rusya'da üretilen bir bira. Normal Efes'e göre kötü, neyse asıl Tanya'nın bana ispat etmek istediği şey, bakınız Efes'i içtin aslında ama sadece Rus birasına çamur atmak için beğenmedin ama halbuki Efes'ti içtiğin demek. Fusion ve normal Efes'in farklı olduğunu anlatamadım tabi buna. Sonra gerçek bir Rus birası verdi, o daha da kötüydü. Neyse iyice sinir olup tekrar çıktım odama.

3 Temmuz:
Bugünkü plan, Kolomenskoye parkını gezip ordan da Victory Park'ına geçmekti ama zaman yetmediği için  (Tanya'nın paçoz planı bugün başarısız olduğu için) Victory'yi yapamadık. Kolomenskoye de güzel bir park, herkes çimlere yayılmış mayolarla bikinilerle güneşleniyor. Rahatlık, keyif had safhada.  Bizse parkın en saçma yerlerini gezdik. Votka ile alışverişimizi de tamamladıktan sonra havaalanının yolunu tutma vakti geldi. Yine sessiz bir yolculuktan sonra havaalanına vardık. Tanya'ya Türkiye'deyken bana söylediği Очи чёрные şarkısını bir türlü söyletemedim. Maksadım onu kameraya almaktı. 4 gündür birazdan söylerim yarın söylerim diye naz yapıyordu artık daha fazla ısrar etmeyip vazgeçtim ben de. Tanya'yla vedalaşıp geçtim diğer tarafa. İşlemler çok hızlı oldu. Yalnız pasaport polisi pasaporttaki vintage fotoğrafımı tabi ki bana benzetmedi ve başka kimlik vererek kadını razı edebildim. Tabi ki İngilizce de bilmiyor.

Diğer tarafta benim uçağın kapısının orda bir TGI Friday's buldum ve başladım içmeye. Televizyonda da bir premier lig maçı buldum ve değmeyin keyfime. Uçağa sarhoş bindim. 3 saatlik sıkıcı bir yolculuk sonrası ise sabaha karşı 2 gibi canım İstanbul'umdaydım. Çılgın şehir. Gerçekten başka hiç birşey tutmuyor yerini...

Genel olarak sıkıcı bir geziydi benim için. Ancak bunda Tanya ile olan iletişim eksikliğimiz büyük rol oynuyor tabi ki. Ortak bir dil konuşabildiğimiz biriyle veya bir turla gitseydim çok daha iyi olacağı kesin. Ama yine de çok çok etkilendiğim bir şehir olmadı Moskova. Soğuk. İnsana yabancı olduğunu hissettiriyor. Mesela Edinburgh'da yok bu. Burada var.


Moskova notları:
  • Yollarda bir çok kaza gördük. Ruslar araba kullanmasını bilmiyor galiba.
  • Moskova trafiği, İstanbul trafiğinin 50 misli.
  • Harley Davidson Rusya'da tutulan bir marka. Ama Honda Goldwing daha çok tutulan bir marka.
  • Mc Donald's, Starbucks gibi markaların dükkanları bile Rus stilinde inşa edilmiş.
  • Çılgın Rus gecelerine akamamış olmak beni üzen şeylerden biriydi.
  • Garmin'in GPS'inin Rusça seslendirmesi hakkatten çok komik. Adam her söyleyeceği şeyin başında şöyle bir "hmmmm" diye düşünüyor. Çok komik. "Hmmm... повернуть направо". Türkçesi: "hmmmm... sağa dönün bari!" :)
  • Rusya'da iç mekanlarda sigara içiliyor.
  • Yine bir fotoğraf makinesi faciası yaşadım. ISO'yu çok açık vaziyette unutup tüm fotoğraflarımı ultra parazitli çekmişim. Bundan sonra ayar mayar yapmayıp AUTO'da çekeceğim bütün fotoğrafları. İlk defa fotoğraf makinesi görmüş gibi davranacağım.
  • Yakın zamanda Moskova'da konser verecek gruplar: Cinderella, Twisted Sister, Rammstein, Dream Theater, Mastodon, Slipknot, Chemical Brothers, Korn, Robert Plant, Goran Bregoviç ve logosunu okuyamadığım bir grindcore grubu.
  • Efes Pilsen, Rusya genelinde tercih edilen bir bira.
  • Rusların dublajlı filmlerinde orijinal sesi de arkadan duymak mümkün. Hatta dublaj biraz gecikmeli olarak geliyor, filmi kassanız orijinal izlersiniz. Belgesel gibi.