Translate

12 Eylül 2012 Çarşamba

40 saniyede bir yıl

Bu muhteşem manzarayı bir yıl boyunca aynı açıdan bıkmadan uzanmadan çekip bu muhteşem çalışmaya imza atan kişi ya da kişileri tebrik ediyorum.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Paris - Hellfest 2012

 13 Haziran Çarşamba:
Yurtdışı çıkış harç pulunu yatırmadığımı, havaalanı yolunda farkettim. Taksiden inip güvenlikten geçtikten sonra ilk işim bu oldu. Hemen hallettim. Zaten hafta içi sabah saati havaalanı çok tenha oluyormuş. Checkindi, bavul teslimiydi falan inanılmaz hızlı oldu ve 2 saat erken geldiğimle kaldım. Duty Free'leri ezbere bildiğim için gidip Garanti Lounge'da oturayım dedim, ama bu lounge'un biraz başarısız olduğunu geçen yazımda da yazmıştım. Burada vakit öldürdükten sonra kapıya kadar yürüyerek vakit geçer sandım ama kapı da lounge'un dibinde çıkmasın mı? Ben de oturup uçakta okumayı planladığım kitabıma başladım.
Uçağa geçtiğimizde ise ilk defa tüm hosteslerin güzel olduğu bir uçuş olacağını farkettim. Her zamanki koridor koltuğuma oturdum, yanım boştu, cam kenarında ise hoş bir bayan vardı fakat arkamda oturan kokoş teyzeler uçuş boyunca yaptıkları kesintisiz muhabbetle beynimi ütülemeyi başardılar. Müzik dinlerken şarkı aralarında bile teyzelerin 5-7 cümlesini duyabiliyordum. Bir de arkamdaki teyze durmadan koltuğumu tekmeleyince, iyice hayattan soğudum.

Paris'e vardığımda ise bu şehir beni La Vie En Rose ile karşıladı. Bu şarkıyı dinleye dinleye Charles De Gaulle havaalanında, Terminal 1'den Terminal 3'e geçtim ve oradan 2 günlük Paris Visite'yi alıp Rer B treniyle yola çıktım. Trende de yanıma uçaktaki teyzelerin Fransız versiyonları oturdu. Fransadaki en rahatsız edici tiz sesi eşliğinde St. Michel Notre Dame'a kadar gelip orada inip tren değiştirdim ve Rer C'ye bindim. Bu trende de yine akordeon ile La Vie en Rose'u çalan abilerin varlığı beni bu şarkıdan gına gelecek mi diye korkmaya itti ama korktuğum başıma gelmedi. Bu tren ile Champ de Mars - Tour Eiffel durağına geldim. Oradan da tek metro durağı uzaktaki otelimin olduğu mahalleye geçtim.

Otele yerleşip biraz dinlendikten sonra kendimi sokağa attım. Metro ile Champs Elysees'ye geçtim ve başladım Arc de Triomphe'den itibaren caddeyi yürümeye. Şanzelize acayip bir cadde. Anlatıldığı kadar var. Çok acayip dükkanlar var. Adidas'ın önünden geçerken genç bir çocuk elinde bir çanta ile dışarı fırladı ve gepgeniş caddede canını tehlikeye atarak kaçmaya başladı, arkasından da güvenlikçi zenci izbandut abiler aynı şekilde elemanı gözden kaybolana kadar kovaladılar. Yani anlamıyorum bir çanta hem hırsız için hem adidas için bu kadar mı önemli?


Neyse, ben de kendimi Virgin'e attım içersini biraz kolaçan edip dışarı çıktığımda ise yağmur başlamıştı. Franklin D. Roosevelt'e vardığımda ise yağmur sağanaktan öte bir hal almıştı. Bir ağaç altına sığındım ama yağmur ağacı da aşıp beni ıslatmaya başlayınca son bir hamle yapıp metro durağına attım kendimi. Saat 7'de Gülay'la Hard Rock Cafe'de buluşacaktık fakat daha dolu vakit vardı. Ama yağmur dayanılmazdı ben de kendimi kafelerin tentelerine sığına sığına attım Hard Rock Cafe'ye ve Gülay'ı beklerken biraz alışveriş yaptım. Gülay'la da güzel bir yemek yedikten sonra Guinness Tavern'a geçip birer bira içtik ve bu yorucu günü noktaladık. Gülay evine gidince ben de Trocadero'ya geçip Eyfel'e baktım biraz, ardından otele geri dönüp bu güzel ve yorucu günün sonucunda vücuduma gerekli hediyeyi uykuyla verdim.

14 Haziran Perşembe:
Otelin kahvaltısı hakikatten çok uyduruktu. Zaten çok birşey beklemiyordum ama karnımı bile zor doyurdum. Bugünkü planı hemen uygulamaya geçirdim ve 3 metro aktarması ile Musee Rodin'e gidip heykellere baktım. Düşünen Adam'ı gördükten sonra yine aynı bölgede olan Dome kilisesine girmek istedim ama karmaşadan anlamadım nerede giriş çıkış. Sanırım tüm komplekse giriş için yüklü bir para alıyorlardı ve ben de bu güzel kiliseye dışarıdan baktım.

Bir de Pantheon'a giremedim. Ama bu demin çekingenliğim yüzünden oldu. Girişi Fransızca tabelaları takip ede ede buldum fakat bir üniversite kapısına benzettiğim için ve içeri girip sora sora İngilizce bilmeyip konuşamayan insanlarla muhatap olmamak için burayı atlayıp Lüxemburg Bahçelerine daldım. Huzur içinde bir o yana bir bu yana gezdim durdum. Öğle yemeğini de yine bu güzel bahçelerin içindeki bir restoranda ettim. 


Bahçelerden çıkıp metroyla Cite durağına geçtim. Amacım La Sainte-Chapelle'e girmekti fakat girişteki kuyruğu görüp de görevlilerin öğle arasında olduğunu anlayınca dedim bari Notre Dame'ı gezeyim sonra buraya geri gelirim. Gidip biraz nehre baktıktan sonra girişi bedava olan Notre Dame kilisesine girdim. İçerisine hayran kalıp tekrar La Sainte-Chapelle'e geldiğimde kuyruğun daha uzun olduğunu görünce burayı da kurban etmek zorunda kaldım ve metroyla tekrar Louvre müzesinin olduğu bölgeye geldim. Müzeye girmeden etrafını ve binaları, piramiti falan kestim. Bol bol fotoğraf çekip Rue de Rivoli'den batıya doğru yürümeye devam ettim. Bu cadde üzerinde, üzerine sayısız methiyeler okuduğum Angelina Tearoom adlı pastaneye gidip, dünyaca ünlü Mont Blanc tatlılarından yedim. Hakikaten övüldüğü kadar var. İnanılmaz bir lezzet. Hayatımda böyle bir güzellik tatmamıştım hiç.


Yine bu caddeden hediyelik eşya alışverişı yapa yapa tekrar otelime döndüm. Aldıklarımı odaya atıp tekrar attım kendimi dışarı. Bu sefer amacım Eyfel'i yakından görmekti. Metroyla École Militaire durağına gittim ve oradan Eyfel'in dibine kadar fotoğraf çeke çeke ilerledim. Kuleyi tutmaya çalışan tipleri canlı canlı görme şansına eriştim. Komikti.

Buraya kadar geldik diyerek devasa kuyruğun sonuna girdim. Yaklaşık 1 saat sonra sıra gelip de Eyfel'in tepesine çıktığımda hava kararmaya başlamıştı. Tırmanmaya başladığımda ise henüz güneşliydi. 

İndiğimde ise hava iyice kararmış ve saat başı olan ışık gösterileri başlamıştı. Gösteriyi izleyerek uzaklaştım Eyfel'den ve civar kafelerden birinde ne menüden ne yediğim yemekten hiçbirşey anlamadığım bir öğün yiyip bir tabak yemek ve bir biraya 28 euro verip çıktım. Sonra tekrar dün geceki gibi Eyfel'in ışıklarını görmek için Trocadero'ya koştum fakat yetişemedim. Işık gösterisini metrodan izledim, ben Trocadero'ya vardığımda ise gösteri bitmişti. Boş boş Eyfel'in birkaç fotoğrafını daha çekip otele dönüp yarın için hazırlıklarıma başladım.

15 Haziran Cuma:
Bu sabah kahvaltı daha iyiydi. En azından ekmek falan vardı. Otelden ayrılıp metroya binmeye çalışırken ise 2 günlük pasomun aslında 48 saatlik değil de, satın aldığın günün ilk saatinden yani 00:00'dan itibaren geçerli olduğunu öğrendim ve tek girişlik bilet almak zorunda kaldım. Gare Montparnasse durağından trene geçip metalcilerle birlikte Nantes'a doğru yola çıktım. Bileti alırken koridor istememe rağmen bana kafayı yemiş bir amca yanı pencere kenarı vermişler. Ama böyle daha iyi olduğunu söyleyebilirim çünkü cam kenarının koridora göre ilginç bir şekilde daha geniş olduğunu gördüm.

Nantes'a vardığımda hava kapalıydı. Oteli buldum ve süper İngilizce konuşan bir resepsiyonistle karşılandım. Otele eşyaları atıp yemek için dışarı çıktığımda bir çok yerin saat 2'den sonra yemek vermediğini gördüm. Dolanıp dolanıp bir Tunus restoranına denk geldim ve orada da benim gibi Hellfest için gelmiş bir Türk çifte. Onlarla sohbet muhabbet edip yemeğimi yedikten sonra otele dönerken İstanbul Market isimli bir markete girdiğimde, sahiplerinin İzmirli Türkler olduğunu gördüm. Onlardan da otelde içmek üzere su aldıktan sonra otele geri döndüm.

Artık Clisson'a yani Hellfest'e gitme zamanı gelmişti. Nantes garında yaşlıca bir teyze otomattan bana bilet almam konusunda yardımcı oldu. Fakat diğer günler aynı teyze yoktu dolayısıyla sıraya girip memurlardan bilet aldım. Clisson'a geçtiğimde ise shuttle bizi bekliyordu. Shuttle'da Edinburgh'da yaşayan bir İsveçli kızla tanıştım. Bana Edinburgh'dan yağışlı havayı kendisinin getirdiğini söyledi.


Festival alanına girip çadırlara kadar gittiğimde izlemek istediğim gruplardan Taake sahnedeydi. Biraz bakıp sonra Extreme Market'e geçip metalci ürünlerine göz atıp gelip Nasum'u izledim. Daha sonra ise sırayla izlediğim gruplar Lynyrd Skynyrd, Cannibal Corpse, Satyricon ve Megadeth oldu. Megadeth'in kötü performansının ortasında, kesintisiz yağan yağmurun da etkisiyle, çamura bata çıka festival alanından çıktım. Burdan sonrası biraz rezaletti. Dışarıda shuttle'ın bizi bıraktığı noktada araç bekleyen bir kitle vardı fakat herkes benim gibi turist ve kimsenin de Fransızcası yoktu. Yetkililer de ne birşey biliyor ne de İngilizce... Sağdan soldan millet birbirini gazlıyor kimse tam birşey bilmiyor falan berbat bir 2 saatlik bekleyişten sonra ne idüğü belirsiz bir otobüs bizi gelip aldı Nantes'a götürdü. Odaya vardığımda saat 2:40 idi ve bitkin bedenimi ayakabılarımla birlikte önce duşa sonra yatağa atışımla birlikte enerjimin tamamını tüketmiştim.

16 Haziran Cumartesi:
Bu sabah güneşli uyandım. Dün akşamki onca rezillikten sonra aslında bugün konsere gitmek istemiyordum fakat güneş beni kendime getirdi. Gerçi yarın akşam en istediğim gruplardan olan Mötley Crüe'dan itibaren kesintisiz yağmurlu olması beni baya üzüyordu.

Paris'tekilerden daha dandik bir kahvaltdan sonra tekrar odada dinlenmeye çekildim.Fransız biri bizi gözetliyor'unu izleyerek vakit geçirdim. Öğlen yemeği için yine dünkü Tunus restoranına gittim. İçim gün içinde dünkü gibi akşam konser çıkışı rezil olacağım diye huzursuz huzursuz yemeği yedim. Oradan gara geçip Clisson'a doğru yola çıktım. Çok tatlı bir bayan ile karşılıklı Clisson'a yolculuğumun ardından shuttle ile Hellfest'e geçtim. Yine shuttle'da çok samimi insanlarla kanka oldum (faith in humanity restored). İçeri girdiğimde yağmur yoktu. İzlediğim gruplar Edguy, Aborted, In Extremo, Within Temptation, Napalm Death, Machine Head, Enslaved ve Guns N' Roses idi. Edguy sahnede samimiyetini kaybetmiş, Aborted'a biraz baktım sağlamlardı, In Extremo'nun tarzım olmadığına karar vermem kısa sürdü, Within Temptation'ı Türkiye'de izleyeceğim diye çok bakmayıp dinlenmeyi tercih ettim, Napalm Death acayip yardırıyordu, Machine Head enerji fışkırtan bir gruptu, Enslaved'i ilk kez dinleyip pek sevmedim, Guns N' Roses'dansa hiçbirşey anlamadım. Axl Rose görüntü var ses yok bir adam olmuş çıkmış. Çok kötü bir konserdi. Zaten şu shuttle krizi yüzünden huzursuz olduğum için yarısında çıktım.

Dışarı çıkmamla beraber shuttle'ın beni beklediğini gördüm. Bu sefer yaban ellerde yalan olmayacaktım. Ben bindim yaklaşık 10 dakika sonra araç kalktı ve çok güzel bir saatte odamda oldum. Mutluluk taşa taşa geldim Nantes gara ve oradan da otelime yürümek çok keyifliydi bu yağmursuz festival gününün gecesinde.

17 Haziran Pazar:
Festivalin son gününde öğlen yemeğini başka bir restoranda yiyip tren biletini önceden alayım dedim. Gelip trene bineceğim zamana kadar otelde dinlenip yola çıktım Clisson'a doğru son kez. Bileti binmeden önce onaylatmayı unuttum ve tabi ki 2 gündür gelmeyen kondüktörün bugün geleceği tuttu. Allahtan birşey demedi de Clisson'a son kez ayak basıp geç gelen shuttle ile 2 gün önce tanıştığım Norveçli kızlarla beraber festival alanına ulaştık. Hemen gidip Lock Up'a baktım, Nickolas Berger'i gördüm, sonra Trivium'a bakarak Mötley Crüe'yu bekledim ve büyük heyecanla Mötley Crüe'yu izledim, güzel de konserdi hani. 


Sonra Slash'i (müthişti ve GNR'ye basar) ve Arcturus'u (ICS Vortex'i seviyorum ama bu grubun tarzı bana göre değil) izledikten sonra Ozzy'ye biraz bakayım dedim ama elemanın hasta olup şarkıları söyleyemediğini görünce ve de yağmur da başlayınca hemen kaçıp Children of Bodom için çadıra tekrar girdim ama tek akıllı ben değilmişim. Çadır komple insan doluymuş. Zaman ve yağmur ilerledikçe içersi tıklım tıklım doldu. Nihayet CoB bitirince Dimmu Borgir için onların sahneye döndüm. Bir hayli öndeydim. Vakit gelip de abiler sahneye çıkınca tüylerim diken diken oldu. Konseri sonuna kadar büyük bir keyif ve mutlulukla izledim. Son şarkının ortasında çıkıp shuttle aramaya koştuğumda yine birinci gün gibi ama daha kalabalık bir kitleyle karşılaştım. 80 kişinin üzerinde insan vardı. Bir 20-25 dk bekledikten sonra kitlenin yarısı ara sokaklardan birine doğru koşmaya başladığını gördüm. Ben de koşsam mı koşmasam mı diye düşünürken hadi koşayım dedim ve elemanlarla birlikte keşfettiğimiz şey şu oldu. İngiliz bir turizm firması, konserden çıkanları Nantes garına götürmek için 3 otobüs göndermiş. Direksiyon sağda araçlarla bizi alıp Nantes garına götürdüler. Araç beklerken şimdi bu 3 otobüsün dolmasını bekledik ve aslında bir hayli geç kalktık. Ama en azından Nantes'a gideceğimi bilerek bekledim. Nantes'a ulaşıp otele varıp duşumu yapıp eşyalarımı yarın için toplayıp yatağıma girdiğimde saat 4:30'u gösteriyordu. 


18 Haziran Pazartesi:
Bugün dönüş günü. Kahvaltıdan sonra süper resepsiyonistimiz bana uçuş kartımı bastırmak için yazıcılarını kullanmama izin verdi. Paris için gara gittiğimde garın metalci kaynadığını gördüm. Paris'e sorunsuz bir yolculukla geldiğimde metro ile (metro istasyonları sanki yıllar evvelde kalmış gibi nostaljik geliyordu) St. Michel Notre Dame istasyonuna gelip metrodan trene geçip havaalanına ulaştım. Hızlı ve sorunsuz checkin'den sonra uçağa 3 saat vaktim vardı ben de gidip Starbucks'a oturayım bari dedim. Güzel, bakımlı bir bayan gelip bana şuradan yemek alıp gelene kadar bavuluma mukayet olur musun dedi. Ben de tabi neden olmasın dedim. Kız yemeğini gelip aldıktan sonra teşekkür edip bavulunu alıp masasına geçti. Bu noktada o mu bana fazla güvendi, ben mi ona pek anlayamadım.

Uçuş da sorunsuzdu. Friends izleye izleye tekrar canım yurduma geri döndüm. Ve tabi ki her İstanbul'a dönüşte yaşadığım duygular içinde sahil yolundan eve döndüm...

Fransa notları:
  • Şengen vizesini Hollanda'dan alıp, Fransa'ya Hollanda'ya girdiğimden daha kolay girdim.
  • Hellfest alanında yoğun bir ot tüketimi vardı. Koku üzerime sinecek de gardaki köpeki polisler beni yakalayacak diye tırsmadım değil.
  • Sevdiğim grupların tüm istediğim şarkıları çalmaları, hatta istediğim zamanlarda çalmaları (tek şarkı için baktığım grup bile sevdiğim tek parçasını çaldı benim için o zaman diliminde) beni çok mutlu etti.
  • Paris'teki metro ağı çok acayip. Eski fakat gelişmiş. Defalarca hat değiştirerek de olsa, Paris'te ulaşılamayacak yer yok. Ancak hat değiştirmek bazen uzun sürüyor. Dışarıda yürümek yerine yer altında yürüyorsunuz. Google maps'ten tüm metro bilgilerine erişebiliriniz. İstasyonların üzerine tıklayınca hangi hattı takip ettiğini görebilir, ulaşım planınızı yapabilirsiniz.
  • Paris'te yaşamaya karar verseydim, herhalde kaldığım otelin olduğu yerde yaşardım. Otelden metro istasyonuna kadar olan dükkanlar sırayla balıkçı, çiçekçi, tavukçu, pastane,  manav, şarapçı, kafe bar şeklinde, karşı caddede de eczane, berber, pizzacı falan var. 
  • Nantes garındaki memurlar, İngilizce biliyor musunuz diye sorduğumda "very very very very little" diyerek bülbül gibi İngilizce şakıyorlardı. Ama Fransa genelinde, özellikle Paris dışında İngilizce pek yaygın değil.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Ben de i amsterdam oldum

 20 Nisan Cuma:
Öğlen yemeğini yiyip iş yerinden çıkıp eve geldim. Bavula son eklemeleri yapıp fermuarı çektiğim gibi attım kendimi sokağa. Her zamanki gibi normalde gelip bacağıma sürünen taksiler ihtiyaç anında kaybolmuşlardı. Uzun bir bekleyişten sonra birine atladığım gibi ver elini dış hatlar gidiş. Checkin'di, bavul vermekti, pasaporttu tıkır tıkır yürüdü ve duty free'den de alacaklarımı alıp S&M Lounge'a girdim. Bu lounge'a ilk defa giriyorum ve hiç memnun kalmadığımı söylemeden edemeyeceğim. Madem yatırım yapmayacaksın, kapat bence. İtibar düşürmekten başka birşey değil.

Uçuş saatine kadar oylanıp salona geçtiğimde ise ilk gözüme çarpan o oldu. O, adamım. Hemen seçtim onu kalabalıkta, dedim işte bu. Çirkin giyimi, dağınık ve pis görünümüyle yanımda oturmak için bu salonda en güçlü aday kendisiydi. Uçağa bindiğimde de bir sürprizle karşılaşmadım, adamımız gelip yanıma oturdu. Ben koridor tarafındaydım, eleman ortada, cam tarafına da bir adamcağız geldi. Bizim eleman tüm uçuş boyunca gerek gerinmeleriyle, gerek çıkardığı seslerle, gerek kapladığı yerle hem beni ben cam tarafındaki adamı son derece rahatsız etti. Tüm yol boyunca kitap okudum ve iner inmez kendimi koşarak dışarı attım.

Schiphol'e çıkar çıkmaz koşarak pasaport polisine doğru gittim, derdim hemen çıkmaktı ama polisin inanılmaz sorularıyla karşılaştım. Yanındaki polis tıkır tıkır gönderiyor milleti, bizimki beni sorguya çekti. Yok niye geldin yok kaç gün kalacaksın, kredi kartın var mı, limitleri ne kadar, kaç paran var vs vs aynı soruları iki üç kez soruyor bir de. Acayip sinir oldum ama hiç tepki vermeden her sorusuna yanıt verdim sonunda gönderdi beni. Bavulumu da aldığımda artık Amsterdam'a hazırdım. Sözleştiğimiz gibi Hakan'la Starbucks'ta buluşup biraz hasret giderdikten sonra trenle bir durak giderek Hakan'ın evine ulaştık.

Evde biraz dinlendikten sonra 11 gibi vurduk kendimizi tekrar sokaklara. Önce Leidsaplein'a gidip biraz demlendikten sonra Sugar Factory isminde bir kulüpe gittik. Hakan'ın arkadaşlarıyla buluşup içeri girdiğimizdeyse tesadüfen bir 80'ler 90'lar partisinde bulduk kendimizi. Amanın ne renkli tipler ne ilginç insanlar. İçerde her milletten insan vardı, çeşit çeşit. Çok keyif aldığımı söyleyebilirim.

Sabaha karşı kulüpten çıktığımızda ise yine Leidsaplein'da mucizevi bir şekilde beliren umumi pisuvarlar hayatımı kurtardı. Daha önce Ali Sami Yen'deki Metallica konserinde stadyuma nazır işimi görmüştüm, bugün de Leidsaplein'a bakarak.

Eve geldiğimizde hem seyahat hem eğlencenin yorgunluğu üzerimdeydi, üzerimdekileri fırlattığım gibi daha yatağa düşmeden uyuyakaldım.

21 Nisan Cumartesi:
Sabah uyandığımızda beklenen yağmurun çoktan geldiğini görmüştük. Kendimizi toparlayıp çıktığımızda saat 12'ye yaklaşıyordu. Çok güzel bir pancake'ciye gittik. Çok meşhurmuş ama adını alamadım ne yazık ki. Kapıda bekledik, tam 12'de açıldı ve ilk girenlerdendik. Aşağıda loş bir ışıkta harika pancake'leri lüplettik ve Amsterdam için hazırdım.


Kanalları soğan soyar gibi gezip gezip Dam meydanına ve Damrak'a ulaştık. Queen's Day hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu ve tam meydanda normalde olmayan bir lunapark vardı. Bir göz attıktan sonra Rokin'den dükkanlara baka baka gittik geldik. Biraz da alışveriş yaptık. Dam'a geri geldiğimizde, henüz Madame Tussaud's çok kalabalıklaşmamışken girelim dedik. İçeride heykellerle fotoğraf çektirdik. Son gittiğim Madame Tussaud's Los Angeles'taydı ve bir miktar heykel orasıyla aynıydı, örneğin Julie Roberts, Beyonce.
Madame Tussaud's'tan çıkınca bir hayli yorulmuştuk. Bloemenmarkt'a yani çiçek pazarına kadar yürüyüp ordaki bir alış veriş merkezinin üstündeki harika manzaralı bir kafede hafif birşeyler atıştırdık.

Tesadüf bu ya, herkes Amsterdam'da. Sosyal medyanın gücüyle Amsterdam'a bugün geldiğinden haberim olan arkadaşlarımla whatsapp üzerinden haberleşip konum paylaşmak suretiyle buluştuğumuzda 5 kişi olmuştuk. Buluştuğumuz bölgenin arkasında kalan müzeler bölgesindeki i amsterdam harfleriyle bir sürü fotoğraf çektirdik. Ardından Hard Rock kafeyi keşfedip kanala nazır bahçesinde oturup biralarımızı yudumlayıp yorgunluk attıktan sonra Vondelpark'ın içinden geçip ucundan çıktık. Yemek için seçtiğimiz restoran bir Meksika restoranıydı. İlginin alakanın ve yemeklerin harika olduğu bu mekandan çıktığımızda hedef ise belliydi: Red Light District.

Red Light District'i biliyorsunuz, hayat kadınlarının mesleklerini kırmızı ışıklı pencereleri olan küçük odalarda icra ettikleri bir mahalle. Turistik bir bölge. İnsanların çoğunluğu müşteri olarak değil, turist olarak geziyor bölgeyi. Her yaştan ve cinsiyetten insanın olduğunu da söylememe gerek yok herhalde.


Bu turistik gezinin ardından tekrar soğanın yapraklarına, Leidseplein'e geri döndük ve bir Irish pub'da soluklandık. Burada barlar gece 2'de kapanıyor ve müşterileri atıyorlar. Çok ilginç ve komik bence.

22 Nisan Pazar:
Bu sabah hava süperdi işte. Güneş gözlüklerimi takıp kendimizi sokağa attığımızda saat yine öğlene geliyordu. Kızlarla yine konum paylaşma suretiyle Bagels & Beans isimli bir restoranda buluşup harika ve uzun kahvaltımızın ardından kendimizi yine merkeze yani Dam meydanına ve Rokin'e vurduk. Bu sefer biraz daha detaylı gezip tozup Rembrandplein'e geçtik. Rembrandplein'daki kafelerden en Amstel Nehri'ne yakın olanına oturup Amstel biralarımızı yudumlamak ise çok keyifliydi.

Hava bu kadar uygunken bari kanalda bisikletle gezelim dedik. En yakın noktadan su bisikleti kiralayıp elimize de bir harita aldık. Hakan haritaya baka baka aleti yönlendirdi ve kas gücünün de çoğu yine kendisindeydi. Diğer pedala ise üçümüz dönüşümlü olarak geçtik. Kanalda bu keyifli gezinin ardından indiğimiz yerden sonra güzel bir coffee shop bulup girmenin vakti gelmişti artık.

Tüm coffee shop'larda olduğu gibi burada da çok ağır ve trans müzikler çalıyor. Tamamen yasalara uygun bir takım ürünler satın alıp, masalardan birine oturduk. Ürünleri tüketirken oldukça keyif aldığımı söyleyebilirim. Özellikle de tüketimden sonra arkadaşlarımızdan bazılarının halleri sayesinde :). Bu sayede akşam gitmeyi planladığımız ve rezervasyon yaptırdığımız restoranı arayıp iptal etmek zorunda kaldık. Ve kızları otellerine bırakıp Hakan'la ikimiz evin orada çok güzel bir et lokantasında (Roos Steakhouse) yemek yedik. Dışarıdan bakınca esnaf lokantası görünümlü ama içeride 5 yıldızlı bir restoran. Johan Huizingalaan bölgesinde, tavsiye olunur.

23 Nisan Pazartesi:
Sabah kalktığımda Hakan işe gitmişti. Benim planımsa bugün müze gezmekti. Kalkıp evden çıkıp Anne Frank'in evinin olduğu bölgeye gittim. Önce kahvaltı yapmalıydım, zira Anne Frank'in önündeki kuyruk pek iç açıcı değildi. Başladım kahvaltı için mekan aramaya. 2 blok gittikten sonra tam umudumu kaybedecekken güzel bir pastane çıktı karşıma. Kahvaltımı edip enerji depoladıktan sonra kuyruğa girdim. 1 saatin üzerinde bekledikten sonra Anne Frank'in evine girdim. Evin her köşesinde tüylerim diken diken olup olup durdu haliyle. Müzenin dükkanından Anne Frank'in günlüğünü de aldıktan sonra hemen karşısında bulunan Westerkerk'e bir bakıp tekrar Red Light'a geçip Oudekerk'e baktım. Sonra tram'a binip müzeler bölgesine gittim. Kızlarla haberleştiğimde Van Gogh müzesinde olduklarını öğrendim ve i amsterdam kartım sayesinde devasa kuyruğu beklemeden müzeye giriş yaptım. Kızlarla beraber Van Gogh müzesini gezdikten sonra çıkıp meydandaki waffle'cılarda birşeyler atıştırdık. Bizdeki waffle'ların çok daha güzel ve lezzetli olduğunu anladık. Şimdi sırada Rijkmuseum vardı. Rijk küçük fakat içinde çok güzel eserlerin olduğu bir müze. Ancak çabuk bitti.


Damrak'a geri dönüp hediyelik eşyacılara bakarken Hakan da bize ekleşti. Önce 1679 yılında yapılan Wynand Fockink isimli bir likörcünün tadımevine gittik. Kendi adıma hayatımda içtiğim en güzel sıvıları tattığımı söyleyebilirim. Enfesti. Bundan sonra dün gidemediğimiz restorana gidip leziz fondülerimizi ve etlerimizi lüplettikten sonra geceyi NJoy isimli kulüpte sonlandırdık.

24 Nisan Salı:
Bugün yalnızdım. Kızlar Türkiye'ye dönmüştü. Yağmurlu bir havada kalkıp Yahudi bölgesine gittim. Amacım Mozes & Aäronkerk'ten başlayarak gezmekti fakat bu kilisenin kapalı olduğunu gördüm. Sonra Yahudi Tarihi müzesi ve Portekiz Sinagogu'nu gezdikten sonra tekrar yürüyerek çiçek pazarından geçtim ve tram'a binip Artis isimli hayvanat bahçesine gittim. Bu çok büyük hayvanat bahçesinin tamamını gezmeye vaktin yetmeyeceğini anlayıp tekrar tram'a atlayıp Heineken Brewery'ye gittim. Heineken Experience'a katıldım. Adamları tekrar en acayip şeyleri bile yüksek gelirli bir turistik aktiviteye çevirme becerilerine hayran olup tram'la Centraal Station'a geçtim. Bu akşamki plan suşi yemekti. Kyoto Cafe'de Bora ve Hakan ile buluşup sınırsız suşi menüsünden alıp yaklaşık 8 porsiyon suşi yedik. Suşiciden çıktığımızda tıka basa dolmuştuk. Rokin'deki Tara isimli bir bara gidip Türk hakemin yönettiği Barcelona - Chelsea maçını izledik.


Maçtan sonra dünyanın başka hiçbir yerinde yapılmayan bir şeyi denemek için tekrar Red Light'a gittim. Seks tiyatrosuna girdim. Son derece nezih bir ortamda, yine her yaştan ve cinsiyetten insanla birlikte sahnede cereyan eden canlı şovu izledim. Yaklaşık 1.5 saatlik bir şov, ortalama 4-5 dakikalık kısa performanslardan oluşuyor. Kimse olayın pornografik boyutuyla ilgilenmiyor haliyle, herkes şov kısmında. İlk 3-4 dakikadan sonra ben de aynı gözle bakıp son derece keyif aldığımı söyleyebilirim, çok başarılı ve emek verilen bir şov olduğu bir gerçek.

25 Nisan Çarşamba:
Bugünkü tek planım planım alışveriş yapmaktı. Tram'a atladığım gibi Dam'a gittim ve bulduğum ilk eli yüzü düzgün yerde kahvaltı ettim. Sonra Damrak'tan başlayarak aşağı kadar alışveriş yapa yapa indim. Arada yolumun üstündeki Seks Müzesi'ne de bir uğradım. Pek bir olayı olmayan ama eğlenceli bir müze. Rokin'den tekrar Red Light'a geçip Amsterdam'daki tüm dükkanlara girip çıktığıma emin olduktan sonra eve dönmeye karar verdim. Yolculuk öncesi biraz dinlenmek amacındaydım. Dönüşte Albert Heijn'a uğrayıp biraz alışveriş yaptım. Eve vardığımda ellerim dolu, yorgun ve ıslaktım.

Hakan gelene kadar dinlendim. Hakan gelince de çıkıp tren istasyonuna gittik. Binmemiz gereken tren diğer yöne gidiyor sanıp gitmesine izin verip bir sonraki treni bekledik. O da gecikmeli gelince aldı beni bir telaş ama rahatlıklar ülkesi Hollanda'da hiçbirşey sorun olmadığı gibi bu da sorun olmadı. Bavulumu verip Hakan'a veda ettikten sonra freeshop'larda biraz bakınıp salona geçtim. Salona girerken benim dalgınlıkla bu bavula koyduğum ufak likör şişesinin x-ray'de gözüküp, çantayı elle aramalarında bulamamaları da hayret vericiydi. Şişeyi evde bavulları açarken görünce farkettim çantamı neden aradıklarını.

Salona geçtiğimde bir baktım geliş yolculuğunu bana kabus eden uzakdoğulu da orda. Aynı kıyafetle üstelik. Kötü ihtimali kafamdan attım ve kapı açılınca ben de girdim. Kendimi KLM'in şefkatli kollarına bıraktım ve güzel bir yolculukla evime İstanbul'uma geri geldim. Çılgın şehir beni her zaman olduğu gibi samimiyetle bağrına bastı.

Amsterdam notları:
  • Hollanda'da trafik namına tek dikkat edilmesi gereken şey bisikletler. Arabadan daha tehlikeli.
  • Amsterdam'da varsayılan dil İngilizce. İnsanlar ilk olarak İngilizce konuşuyorlar. Gerekirse kendi dillerini konuşuyorlar.
  • Halk, tüm garson ve taksiciler dahil benden daha akıcı ve doğru İngilizce konuşuyor.
  • Hollanda'nın Migros'u olan Albert Heijn'da kredi kartı geçmiyor.
  • Amsterdam'da da başıboş kedi ve köpek yok.
  • Amsterdam'da bisikletler taneyle değil, kürekle satılıyor. Her yer yığın yığın bisiklet.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Kartalkaya

Kayak yapmasını seviyorum. Tercihimi hem ulaşılabilirlik hem kolaylık açısından Kartalkaya'dan yana kullanıyorum. 
Geçtiğimiz kışki kayışlarımızdan bir derleme videosu aşağıda.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Öyle bir zamanda çık ki karşıma


Öyle bir zamanda çık ki karşıma...

Her şey yerli yerine otursun. Ne sağa, ne sola, ne ileriye, ne geriye. Dimdik ayakta duralım beraber.

Tam dibe vurmaya teğet geçir beni. Öyle zamanlarda tut ki beni, farketmiyim bile. Çok normalmiş gibi. Seçilmiş gibi.

Daha gençkenki gibi. Her anımı (memory) anlatayım sana. Her anımı (instant). Hepsini her zaman aynı heyecanla dinle. Yarım kalmasın hiçbiri. Geçen hafta rampanın yarısının kar küreme aracı tarafından biçildiğini farketmeden atladığım rampayı tamamlar gibi tamamla o anları ve anıları.

Sevgilim ol, dostum ol, babam ol, oğlum ol. Annem ol, kankam ol, badim ol, can dostum ol. Bir Pink Floyd gecesinde benimle birlikte sız bir bar masasında. Barmen kapatsın bütün kapıları, o da içsin.

Öyle bir zamanda çık ki karşıma. Daha güzel bir zaman olamasın... Öyle bir çık ki karşıma, geçip giden tüm günler geri geliversin bir anda...

Beceremediğim her şeyi becereyim seninle. Dünyanın en güzel şehirlerinde yürüyelim kilometrelerce. Tüm dünyanın bizim, her şeyin ise içimizde olduğunu anlamak için birbirimize bakmamız yetsin.

Fotoğraf'ı Chromasia'dan aldım.