Translate

24 Aralık 2011 Cumartesi

Nasıl olacak bu iş?


Ya bükemediğim eli öpeceğim ya da bitmek üzere olan enerjimle bükmeye çalışmaya devam edeceğim...
Saçımı başımı yolmamak için ben de belden aşağı vuracağım...
Ya da yenilgiyi kabul edip, uğruna savaştıklarımı benden almaya çalışana teslim edeceğim.
Gidip bükemediğim bileği öpmek çilesine katlanıp, dükkanı kapatacağım.

Nasıl olacak bu iş?

15 Aralık 2011 Perşembe

Sadece Kalpten!


2001 yılında, sıcak bizi kavururken almıştım Plan B'yi. Otobüste gidip gelirken diskman'de dinliyordum. Sadece kalptendi.

2009'da talihsiz bir birlikteliğimin son demlerinde, işe giderken arabada koyuyodum Plan B'yi. Kerem bağırıyordu, ben bağırıyordum. Ben ağlıyordum, Kerem bağırıyordu. Sadece kalptendi.

2011 yılında tekrar taktım Plan B'yi arabaya bugün işe giderken. Kerem bağırıyordu, ben bağırıyordum. Ben kahkaha atıyordum bu sefer, Kerem bağırıyordu. Sadece kalpten!

Böylece günüm mükemmel geçti.

O dönemlerde çıkmış albümlerden birçoğu benzer etkiler yapar bende, örneğin Suffer Hits. Onun hikayesi bambaşkadır. 

Bu Plan B'ninki. Eskimeyen albümlerden yalnıcaz biri. Çünkü sadece kalpten!

+ aktarmak

Bizi mutlu eden insanlar zamanla devamlı değişiyor farkında mısınız? Şu insanla ne kadar iyiyiz derken bir anda herşey alt üst oluveriyor. Çok komik. Hem de ortada hiç bir şey yokken. Eski işletim sistemleri gibi çöküveriyor :)

Yerine yenileri geliyor. Bazen var olup da sadece var olanlar, gün geliyor size + aktarmaya başlıyor. Yine gün geliyor ve o + akışı kesiliveriyor. Nedenini bulamasanız da...

Her dönemde bir ruhtan diğerine +'ların akması sürüyorsa, mutluluk var demektir.

Biri gider biri gelir, insanoğlu şaşar. Kimse mükemmel değildir ve lisede bir tarih hocamın dediği gibi ebedi dostluk ilişkileri yoktur, ebedi çıkar ilişkileri vardır. Karşılıksız seven ve verense sadece anne babadır.

Yalandan da olsa o an size + aktaran biri varsa ve sizi kandırabiliyorsa ne mutlu!

Son yıllarda gittiğim en kötü konser

Iced Earth. Evet, yıllardır beklediğim, ölmeden izlenecek gruplarımın arasında olan ve beni büyüten gruplardan olan Iced Earth konserindeydik dün.


Matt Barlow'nun olmayışı ayrı bir burukluktu da, bunu zaten konser gününden çok önceden beri kabullenmiştik. Yeni albüm güzel de değil, tamam. Yine de Iced Earth konserine gidilecek.

Gittim. Bilette yazdığı gibi 20:00'de kapılar açıldı, girdik. 21:00'de konser başlayacaktı. 21:00 oldu. 21:10 oldu tamam; 21:20, biraz geç çıkmak adettendir tamam; 21:30, 21:45, 21:50, tamam da neredesin be Iced Earth? Hani sahnede hummalı bir çalışma falan da yok, öyle şarkı dinletiliyoruz, başka bir şey yok!...

1 saat gecikmeyle, tam bas bas bağırarak en öndeki yerimi terketmek üzereyken 22:00'de sahneye çıktılar.
Çok sıradan, tekdüze bir performans sergilediler. Özellikle solo gitarist sanki son anda gruba eklenmiş gibiydi. Olduğu yerde gitarına bakarak çaldı. Sahnedeki imaj zayıftı. Bir köşede Jon, frontman edasıyla takılırken diğer köşede bas gitarist ve solo gitarist sığıntı gibi duruyorlardı.

Yeni vokalistin sesini aynı Matt gibi tonlamışlar. Gözünü kapat Matt sahnede. Ancak tabi ki o karizma, o kendine güven, o kararlı ses yok. Stu henüz harmanlanamamış Iced Earth'le tam olarak.

Ses sistemi çok kötüydü. Sanki tonemeister'ın kolu bas kanalına çarpmış da kimse farketmiyor gibiydi. Kick drumların ve bas gitarın sesi inanılmaz kötü ve yüksek geliyordu. Zaman zaman vokal ve solo gitar duyulmuyordu bile.

Şarkıları Dystopia, Burning Times, Angels Holocaust, Slave to the Dark, V, Stand Alone, When the Night Falls, Damien, Dark City, The Hunter, Anthem, Declaration Day, Days of Rage, Watching Over Me sırasıyla çalıp bis için ayrıldılar. Hayatımda gördüğüm en dandik bisti diyebilirim. Küt diye gidiverdiler, sahnenin ışıkları sanki şarkı devam ediyormuş gibi yanıp sönmeye devam ediyordu. Davulda ise zırt pırt problem çıkıyordu, gelip düzeltiyorlardı grup tekrar sahneye çıktığında ise teknisyenler hala davulla ilgilenirken, Jon bizi eğlendirmek için çeşitli hikayeler anlatmaya başladı. Davul hallolunca da bence konser için çok kötü bir seçim olan 20 dakikalık Dante's Inferno'yu çaldılar ve ardından her zamanki gibi Iced Earth ile bitirdiler.

Çok amatör gözüken bir konserdi. Yılların Iced Earth'üne yakışmadı. Sen git Atina'da yardır, altın plak falan kazan sonra gel burada demosu yeni çıkmış grup gibi konser ver.

Konser biter bitmez arkama bile bakmadan salondan çıktım. Büyük konuşmıyım ama eğer çok şahane bir seyirci olmamasına rağmen defalarca söz verdikleri gibi geri gelirlerse, bir daha Iced Earth konserine gitmem.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Oldukça başarılı bir bluetooth kulaklık: Jabra Wave


Herhangi bir akıllı telefonunuz varsa ve bir bluetooth kulaklık arıyorsanız, Jabra Wave çok iyi bir seçenek olabilir.

iPhone ile saniyeler içinde eşleşen bu kulaklığın pil ömrü de bir hayli uzun. Mesai saatleri içinde açık tutmama ve tüm telefon görüşmelerimi onunla yapmama rağmen 1 haftayı geçiyor. Her açışta şimdi kesin pil uyarısı verecek diyorum ama her seferinde yemyeşil yanıyor.

Kulaklığı açıp, iPhone'un bluetooth özelliğini açar açmaz ikisi birbirini buluyor. 10 metreden uzağa gitmezseniz de bağlantı kopmuyor. Gelen telefonları açmak ve son aradığınız numarayı bir daha aramak için yapmanız gerekense mikrofon kısmındaki gizli butona basmak için mikrofonu sıkmak. Benim burada gördüğüm bir eksik, gelen aramaların otomatik olarak kabul edilmesi. Belki bu özellik vardır, ama ben bulamadım.

Kulağın arkasından dolaşan bu kulaklığın ergonomisi de çok derece başarılı. Kulakta dışa doğru bir çıkıntı yapmıyor. Arkadan dolaşıyor. Ben almadan önce okuduğum inceleme yazılarında gözlükle kullanmanın zorluklarına biraz takıldım ama gözlüklü biri olarak hiç problem yaşamadan kullandığımı belirtmek isterim.

Özellikle araç kullanırken kolaylık sağlıyor. Motosiklet için de uygun, kulaklığımı takıp üzerine sadece gözleri açık bir maske takıyorum, maskenin arasından gözlüklerimi de takıp en üste kaskı geçirince artık motosiklet sürerken telefonla da görüşebilmeye hazırım. Kaskınız çok dar ve sıkı değilse, kulakta fazla bir rahatsızlık hissi de oluşturmuyor.

15 Kasım 2011 Salı

Ortadoğu'nun Paris'i: Beyrut

4 Kasım, Cuma:
Saatler mesai bitiş saatini gösterdiği anda yani 18:00'de GT'nin otoparkından çıktık. Yaklaşık iki saat sürede B blok'un kapısından, Mc Donald's'ın köşesine ulaştık. Bu bahsettiğim mesafe 500-600 metre! Ancak TEM - E5 bağlantı yoluna girer girmez trafik açılıverdi. 20:30 gibi evdeydik. Yemekti hazırlanmaydı falan derken 23:00 gibi havaalanına varmıştık. Havaalanlarındaki girişlerdeki güvenlikler her zaman beni germiştir. 50 kez giyin soyun saat kemer çıkar tak hızlıca falan... Neyse, her işi halledip Pronto'dan biletlerimizi alıp check-in sırasına girdiğimizde, uzaklardan adımı söyleye söyleye gelen birini farkettim. Bir baktım ki, lise arkadaşım Engin! Aslında birçok tesadüflere ve karşılaşmalara gebe olan bu yolculuğun sadece ilk şaşırtıcı anıydı bu. Engin de Beyrut'a gidiyormuş meğer! Uçakta da 3 sıra önümüzdeymiş meğer!..
Free Shop'ta oyalanırken ve uçağın kalkışına 1 saat civarı süre varken, bizim uçuşumuz için son çağrı diye anonsları duymamızla, kapıya koşmamız bir oldu. Uçağa körükle değil de otobüsle ulaştırıldık. Neyse ki uçağa son binen değildik. THY'yi severim. Güleryüzlü personel bizi güzelce karşıladı ve yerimize oturttu. Ben özellikle koridor istemiştim, Canan'sa benim yanıma oturdu. Pencere kenarında ise tanımadığımız bir kız oturmuştu. Uçuş güzel başladı, sohbet ede ede gidiyorduk Beyrut'a doğru. Yanımızdaki kızla da tanıştık, adı Arzu'ymuş. Biz Pronto Tur ile gidiyorduk o da ETS ile gidiyormuş Beyrut'a. Yolda laf lafı açtı, sohbet muhabbet derken vardık Beyrut'a. Uçaktan inip bavulları aldığımızda (04:30 civarı) acı bir gerçekle karşılaştık. Canan da ben de zannediyorduk ki gidip otele yerleşip birkaç saat uyuyacağız ve sabah kalkıp şehir turuna başlayacağız. Meğer öyle değilmiş. Bu haberiyse bize uçakta yanımıza oturmuş olan Arzu verdi. Hemen programlarımızı kontrol ettik belki bizim turda öyle değil diye, öyleymiş. Ya sonradan program değişmiş ve biz değişen programı print edip getirmişiz, ya da en baştan beri öyleymiş ve biz bizim düşündüğümüz gibi olmasını istemişiz. Hangisi bilmiyorum ama bir süre sonra kendimizi otobüste, şehir turuna başlamış bulduk. Daha hava aydınlanmamıştı.

5 Kasım, Cumartesi:


Karanlık havada başladık gezmeye. Ben rüyada gibiydim. Çok şaşkındım. Uykuyla uyumamak arasındaydım, bir otobüse binmiş, Beyrut'ta geziyorduk, saat 5'ti ve rehberimiz Metin Bey, karanlık ortamda bize birşeyler gösterip, gösterdiği şey hakkında bilgiler aktarıyordu. Ben ara ara dalıyor, arada da uyanıp Metin Bey'i dinliyordum. Bu turlardan açıkçası hiçbirşey anlamadım. Birkaç Dürzi sarayını gezdik, sanırım birinde de kahvaltımızı ettik. Kahvaltının ardından Solidere ve Downtown'da tanıtıcı geziler yaptık. Bu esnada ara ara yağmur yağdı. Beyrut'un yağmuru İstanbul'unki gibi değil. 15 dakika yağıp duruyor. Yağmurdan korunmak için sığındığımız bir tentenin altında Arzu'yla karşılaşıp akşam için sözleştik. Şehir merkezinde yaptığımız geziler ve Lübnan’ın yeniden yapılanmasında önemli rol oynayan, Lübnan'lıların çok sevdiği eski başbakan Refik Hariri'nin mezarını gördükten sonra, otele doğru yola çıktık. Otelimize yerleştikten sonra bir öğlen yemeği yemeden uyumayalım dedik. Soluğu otelin 50 metre ilersinde olan Cafe Hamra'da aldık. Fazla düşünmedik, karışık meze tabağı söyledik. Tabakta yaprak sarma, sigara böreği, humus, haydari, ıspanaklı mantı, içli köfte gibi mezeler vardı. Ben bir de Jallab içtim. Çok garip bir içecek. Garson bana palmiye suyu dedi fakat araştırdığımda keçiboynuzu, üzüm ve gülsuyundan yapılan sayko bir içecek olduğunu öğrendim. Onu da hızlıca lüpletip otele geri koştuk. Odaya ulaştığımızda saatlerimizi akşam 7'ye kurup kendimizi uykuya bıraktık.

Ooooh, ne güzel bir uykuydu, gündüz gündüz, mışıl mışıl. Üniversitede 2 ders arasında birkaç saat varsa gelip yurt odasında uyuduğum uykuları hatırlattı bana.

Uykumuzdan uyandığımızda, Arzu'nun mesajıyla karşılaştık. Meğer bizimkisi erken gelmiş de, bizim otelin etrafını keşfetmekle meşgulmüş! Biz de kalkıp hazırlandık ve dışarı çıktığımızda hava bir hayli serinlemişti. Kulüplerin çok önceden rezervasyon aldığını bilmediğimiz için bu şansı yitirmiştik, biz de kendimizce downtown'a doğru yürüyelim illa ilginç birşeyler buluruz dedik. Hamra'yı bitirip Elie Saab'ın ordan downtown'a sallandık. Ne yesek ne yesek diye düşünürken yol üstündeki bir suşici üçümüze de cazip geldi ve evet, Lübnan'da ilk akşam yemeğimizi bir suşicide yedik. Bir karışık suşi botu söyledik ve sakin sakin suşilerimizi yerken, pencereye kafamı çevirmemle DAANN diye bir ses duymam bir oldu. O da ne? Lise arkadaşım Engin'in suratını gördüm, aradan bir saniyenin onda biri zaman geçti ve Engin cama kafayı küttt diye çarpıverdi! Meğer camı daha ilerde sanıyormuş, bize daha yakın olmak istemiş ve cam izin vermemiş!

Suşilerimizi bitirip downtown'a geçtiğimizde kanyonvari alışveriş merkezi olan Souks ve saat kuleli meydan Nejmeh'e şöyle bir bakıp, bol bol nargile (şişe) içilen sokaklarda bir kafeye oturduk. Ben bir nargile ve yine jallab söyledim. Bu seferki daha keskin bir jallab'dı, bütün gece sürdü içmem. Nargile ise borusu çok kalın olduğu için İstanbul'dakilere göre baya bir gürül gürül geliyordu.

Nargile faslını bitirdiğimizde saat 12'ye geliyordu ve Arzu koptu ve oteline istirahate gitti. Bizse, bizim otele çok yakın bir barda takılmakta olan Moe ile buluşmaya gittik. Moe, benim daha önceden internet üzerinden tanıştığım bir arkadaşım. Beyrut'lu. The Kordz grubunun vokalisti. Beyrut'a gelmişken onla da yüzyüze bir tanışalım artık dedik. Sağolsun bizi kırmadı ve Brick's adlı barda buluştuk. Çok arkadaş canlısı, sıcak ve samimi bir insan çıktı Moe. Oldukça hoş bir sohbet gerçekleşti masada. Özellikle de sonlara doğru barın sahibi ve Moe'nun da kankası olan Jose geldikten sonra, ortam oldukça renklendi! Bardan çıkışta da hemen yakında olan bir tavuk sandviççiye gittik. Kızılkayalarvari bir mekan. Liğme liğme edilmiş tavuk parçalarını, taratora benzeyen bol sarımsaklı bir sosla dürüm yapıp servis ediyorlar. Çok lezzetli. Moe barda da olduğu gibi burda da bize hesap ödetmedi. Bizi otelimize bıraktığında ise daha önceden rica ettiğim imzalı cd'leri yarın otele bırakacağını söyledi Moe. İşte dünya vatandaşı dediğin böyle olur. Sanki 40 yıllık arkadaşmışız gibi. Böylece bu geceyi noktalayıp odamıza dönüp kendimizi tekrar uykuya bıraktık.

6 Kasım, Pazar:


Bugünkü plan Jeita'yı gezmekti. Jeita Grotto, Arapça'da büyük mağara anlamına geliyor. Dünyanın 7 harikası arasına girmeye aday olan bu mağara, hakikatten Beyrut'a gelen bir kişinin hiçbirşey görmese bile görmesi gereken bir yer. Jeita'da iki adet mağara var. Dışarıda ulaşım teleferiklerle sağlanıyor. Fakat tavsiyem yukarıya yürüyerek çıkıp, inişi teleferikle yapmanız. Böylece sıra beklememiş olursunuz. Yukarı mağarayı yürüyerek dolaşıp, aşağı mağarayı ise botlarla gezdikten sonra, Harissa'ya hareket ettik. Harissa tepesinin üzerinde kocaman bir Meryem Ana heykeli var. Onu da gördükten sonra yemek için White Beach restaurant diye bir yerde aldık soluğu. Güzel balıkları arak eşliğinde lüplettikten sonra, güzel manzaraların olduğu deniz kıyılarında fotoğraf çektirdik. Ardından toplanıp Byblos'a hareket ettik. Byblos bir liman şehri. Girne limanına oldukça benzer görüntüsü var. Byblos antik bir Finike kenti. Müthiş rehberimizden bu kent hakkında bilgileri alıp kaleyi gezdikten sonra, serbest zamanda çarşıyı gezip bol bol alışveriş yaptık. Toplanıp otele dönmemiz ise 7'yi bulmuştu.


Otelimize gelip dinlenip hazırlanıp tekrar çıkmaksa 10'u bulmuştu. Bugünkü amacımız Gemmayze'ye gitmek ve Moe'nun bize tavsiye ettiği birkaç bara uğramaktı. Hamra'dan downtown'a ilerlerken bir balıkçıda yemek yedik. TV'deki Barcelona - Atletico Bilbao maçı ise neşemize neşe kattı. Beyrut'ta da bir Messi golü görmedim demeyeceğim. Downtown'a ulaştığımızda ise haritadan baka baka Gemmayze'ye ulaşmaya çalışıyorduk. En civcivli sokaklardan birinde duvara haritayı yaslayıp yol ararken, arkamızdan, kendinden çok emin bir şekilde "What are you searching for?" diyen biri yaklaştı. Adama haritadan Gemmayze'ye gideceğimiz göstermeye çalışırken eleman, bırak şu haritayı ya dur ben sana tarif edeyim dercesine eliyle göstererek tarif etti. O tarifle Gemmayze'yi elimizle koymuş gibi bulduk.

Gemmayze'de trafik duruyor. Bizim Ortaköy-Bebek trafiği falan haltetmiş. Yolda bir sürü araba, trafik akmadığı için hepsinin kontaklar kapalı. Bizse bu lüks arabaların arasında yardıra yardıra Moe'nun bize aslında Bar Louie diye yazdığı ama bizim Bay Lounge diye okuduğumuz barı aramakla meşguldük. Birçok kişiye sorduk. Birçoğu bilmiyor tabi, bazılarıysa bilirmişçesine olmayan barı tarif etti bize. Hatta Bar Louie'ye bile sorduk. Burada Bay Lounge diye bir caz bar varmış, nerde acaba diye sorduk. Adamlar da, buradaki tek caz bar biziz, ama siz yine de şu alt sokağa bakın bir, bulamazsanız gelin dediler. Gidip tarif edilen yere baktığımızda tabi ki o isimde bir bar yoktu. Efes tabelası olan bir bara girip soralım bari dedik. Bir Kanada'lı, bir Mısır'lı ve bir Lübnan'lıdan oluşan bir masaya sorduk. Bilemediler tabi. Kanada'lı olan telefondan google'a bakıp bulamadığında, bulamayacağımızı iyice anladık ve Bar Louie'ye geri döndük. Dedik ki biz geldik, dediler ki hoşgeldiniz buyrun. İçerde bir grup çalıyordu. Klasik alternatif pop-rock gruplarından. Cover grubuydu. Onu izleyerek içkilerimizi yudumladık ve program bitince oldukça yorulmuş bedenlerimizi otele geri yürütemeyeceğimiz için taksiye bindik. Taksi ise servis yaptı, yani dolmuş gibi, arada binip inenler oluyordu. Otele geze geze geldik ama fiyat baya ucuza geldi. Odaya girdiğimizde rehberimiz Metin Bey'in notuyla karşılaştık. Kendi elyazısıyla her odaya mektup yazmış, uçak için buluşma saatini bildiriyordu. Mektubu bir kenara koyduğumuzda, çoktan uykuya dalmıştık bile.

7 Kasım, Pazartesi:
Sabah kahvaltısının ardından aklıma Moe'nun cd bırakacağı geldi ama Kanada turnesi için hazırlık yaptığından pek zannetmiyordum getireceğini. Ama yanılmışım! Resepsiyondan cd'lerimizi aldık. İkisini de özel olarak imzalamış Moe'cuğum... Oldukça mutlu etti bizi.

Saat 10:30'da Arzu kapıyı çaldı. Sohbet muhabbet, fotoğraf bakmaca, video izlemece eşliğinde hazırlandık ve tekrar vurduk kendimizi Beyrut sokaklarına. Bu sefer hava çok güzeldi. Tshirt'le rahatça yürüyebiliyorduk. 


Bu sefer deniz kenarına kordona (Korniş) inelim dedik. Ama downtown rotasından değil de Hamra'dan bir ara sokak seçip, izbe sokaklardan bohem varoşlardan geçe geçe indik aşağı. Denize kadar. Kızlar zerre kadar İngilizce bilmeyen, uzakdoğu kökenli bir abladan cezve alıp pazarlık yaparken, ben de TV'de oynayan Arapça dublajlı Gönülçelen'e takıldım. Deniz kıyısına indiğimizde Hard Rock Cafe karşımıza çıktı. Gelenek icabı birer tshirt alıp kafenin sağında solunda fotoğraf çektirdik. Sahilde batıya doğru yürümeye başladık. Kordon boyu tatlı tatlı süzülüyorduk. Denize giren tipleri, sahilde squash benzeri oyunlar oynayan kaslı ableri, garip garip balıklar tutan ilginç insanları izleyip, takdire şayan gördüklerimizi fotoğrafladık. Maksatımız dönme dolabın oraya kadar gidip binmekti fakat o kadar dayanamayıp bir taksiye atladık. Dünyanın en komik ve şeker taksi şoförüyle Abd El Wahab'a gittik. Çok fazla İngilizce bilmiyor ama tarzancayla derdini o kadar güzel anlatıyor ki. 16-17 yaşlarınca bir çocuk, oldukça şişman ve çok komik. Diyorum ki Abd El Wahab nasıl güzel bir yer mi? O kadar güzel ki diyor, anlatırken bir taraftan da göbeğini sıvazlayıp "Lebanese!.." diyor :) "Şimdi o taraflarda trafik kilittir, fakat ben şimdi sizi ara sokaklardan Abd El Wahab'ın oraya şak diye çıkartacağım"ı tarzanca anlattıktan sonra dediğini yapıp hop diye Abd El Wahab'ın önüne getirdi bizi. İçersi her elit mekan gibi ana baba günü. Rezervasyonsuz biraz zordu ama üst katta yer bulabildik. Şahane mezelerden olan bir karışım ve de bir karışık ızgara yetti de arttı bile. Ama beni bitiren Atayef Ashta oldu. Bu tatlıyı mutlaka denemelisiniz. Hamur işi ve özel kremalarla soslarla bezenmiş bir tatlı ama lezzeti inanılmaz. Hmmmmlamaktan zor bitirdik tatlıyı. 


Abd El Wahab'dan sonraki duraksa, yine Moe'nun tavsiye ettiği bir cafe-bar olan Pacifico'ydu. Telefonun GPS'iyle mekanı aradık ama gösterdiği yerde bulamadık. O esnada karşıdan gelen temiz giyimli bir çocuğa soralım bari dediğimizde, elemanın zaten orda çalıştığını öğrendik. Pacifico'yu sormak için Pacifico personelini seçmiştik yani. Eleman bize barın henüz açılmadığını, 7'de açılacağını söyledi. Biz de sonra geliriz madem diyerek tekrar Nejmeh meydanına doğru yollandık. Yolda Virgin'e uğrayıp Canan için iPhone fiyatı aldıktan sonra, Nejmeh'ye vardık. Petit Cafe'de birer çay içelim dedik ama sonra eğer yemeğe kalacaksanız, en az 50 dolar hesap ödememiz gerekeceğeini öğrendikten sonra kalktık. Bu sokaklar gece çok kalabalıklaşıyor ve adamı birer çay kahveyle oturtmuyorlar masalarda. 2 gün önce gözüme kestirdiğim bir purocuya gidip o gece içmek üzere bir Cohiba aldım. Dışarı çıktığımızda, saat kulesinin dibinde grubumuza yeni bir üye katıldı, Servet. Aynı anda Engin'leri de bir kafede kahve içerken gördük. Açıkhavada Engin'in suşicinin camına kafa atmasını canlandırdıktan sonra dedik ki madem yemek yiyelim.

Yemek için Gemmayze'ye gidelim dedik, oradan da yine bir bara geçeriz diye. Yemek için şu meşhur Le Chef'i seçtik. Le Chef çok ilginç bir yer. Esnaf lokantasına benziyor, içersi çok aşırı salaş ve güven vermiyor. Ama yemekler bir harika, lezze abidesi. Welcome kelimesine takmış durumdalar ve Vedat Milor'u tanıyorlar.

Yemek işini de hallettikten sonra Gemmayze'yi boydan boya bir turlayıp yine Bar Louie'ye girdik. İçkilerimizi söyledikten sonra garsonlardan biri Engin'e eğer grup çıktığında kalacaksanız hesaba grup ücretini de eklemek durumundayım dediğinde grup çıkmadan kalkacak gibi olduk, fakat grup çıktıktan sonra önceki geceden tanıştığımız ve sanırım üst düzey yetkili birini görüp masamıza davet ettim. Dedim bize böyle böyle diyorlar, şu içkilerimizi bitirip gidelim, elemansa bize istediğimiz kadar oturabileceğimizi, grup ücretinin eklenmeyeceğini söyledi. Vay be dedik kral abiymişsin. Birkaç birşey daha içip kalktık.

Daha sonra Arzu ve Servet koptu, bizse tekrar Downtown'a geldik. Engin'in ısrarlarıyla Momo At The Souks adlı janti bara girelim dedik. Kapıdaki görevliyi nasıl ikna etti bilemiyorum fakat kendimizi bir anda spor ayakabılarımızla, kot pantolonlarımız ve sırt çantalarımızla içeride bulduk. Kesinlikle mekandaki en ilginç tipler bizdik :) Girdiğimizde Dolapdere Big Gang çalıyordu. Çıkıp balkon kısmına oturduk ve yaklaşık bir saat kimse tarafından bakılmayıp sadece benim puroyu içtik ve sohbet ettik. Souks'a da girmedik demeyeceğiz.

Geceyi bitirmek istemiyorduk. Tekrar Hamra'ya geçip ordan barların olduğu sokağa daldık. Önce Brick's'teki Jose'ye bir merhaba dedik ve ardından Moe'nun tarif ettiği birkaç bara da girelim çıkalım dedik. Ordan birkaç genç bizi sağolsunlar götürdüler söylediğimiz barların olduğu bölgeye ve Main Street adlı barda da birer bira içip otelimize döndük. Yine acayip yorulmuştuk ve Beyrut'taki son günümüze uyanmak üzere gözlerimizi yumduk.

8 Kasım, Salı:
Beyrut'taki son günümüzü de şehirde gezip alışveriş yaparak geçirdik. Önce soru sormasını çok seven bir taksici eşliğinde Nejmeh meydanına geldik. Orada Arzu ve Servet'le buluşup Grand Cafe'de hafif birşeyler atıştırdık. Bu sefer avakado suyu denedik ve bir hayli memnun kaldık. Ardından gidip Class'tan Canan ve Servet'e birer iPhone aldık. Elektronikler Beyrut'ta çok ucuz. iPhone 4'ün fiyatı 750 dolar, 4S'inkiyse 1100 dolardı. Birkaç hediyelik eşyacıda daha alışveriş yapıp, adını şimdi hatırlayamadığım fakat Buddha Bar'ın hemen yanında olan bir tatlıcıdan kuru baklava aldık. Bizim otele taksiyle geri dönüp paketleri oraya bıraktık ve Beyrut'ta ilk yemeğimizi yediğimiz Cafe Hamra'ya gidip son yemeğimizi yedik. Dışarı çıktığımızda ise, Arzu'nun ilk geldiğinde gözüne kestirdiği bir dondurmacıda dondurma yedik. Bu Beyrut'lular tatlı işini biliyor arkadaş. Otellere geri döndüğümüzde ise ayrılık vakti gelmişti. Bavulları alıp grup olarak Hamra'ya çıktık ve kilit trafikte otobüsümüzü bekledik. Otobüsün görünmesi ile gelmesi arasında yarım saat süre geçti ve bindiğimizde lise arkadaşım Engin'in bize yer ayırdığını gördük. Yerlerimize oturduk ve havaalanına vardığımızda en son grubun bizim grup olduğunu farkettik. Biz 8 buçukta otobüse bindik, Arzu'larsa 8'de çoktan havaalanına varmışlardı. Otobüsten de en son biz indik, güvenlikten de en son biz girdik, check-in'i de en son biz yaptık (bu Canan'la yanyana oturamamamıza sebep oldu hatta), pasaporttan da en son biz geçtik. Freeshop'a geldiğimizde ise iyice sinirlerim tepeme çıktı çünkü bir gün önce otelin dibindeki bir tekel bayi bana freeshop'ta daha ucuza bulabilirim diye içkiyi buradan almamamı söylemişti. Fiyatlarsa freeshop'ta çok daha pahalıydı tabi. Örneğin, Beyrut şehir içinde 150 dolar olan Johnny Walker Blue Label, Lübnan freeshop'unda 230 dolar, Türkiye freeshop'unda ise 155 euro idi. Cidden sinir bozucu.


Neyse ki yerlerden biri koridordu da, oraya ben oturabildim. Uçağa bindiğimizde Beyrut'ta hava çok güzeldi, tshirt'le gezilebilecek durumdaydı. Türkiye'de ise hava buz, ağzımızdan buhar çıkıyor durumda. Millet uçağa tshirtlerle, askılılarla bindi ve öyle indi tabi. Üstelik körükle değil, uçaktan direk yere inip otobüslerle terminale taşındık. Dolayısıyla ben dahil herkes takırdadı :).

9 Kasım, Çarşamba:
İstanbul'a vardığımızda kendi kendime dedim ki, Beyrut'u da gördüm, hala çılgın şehrin yerini tutan yok. Başıma geleceği bildiğim için koşarak pasaport kuyruğuna girdim. Yine de her sırada 6-7 kişi vardı, neyse sıra bana çabuk geldi ve bavul beklemektense gidip freeshop'tan alacaklarımı aldım. Tabi ki Türkiye'deki free shop Beyrut'takinden de pahalı, almam gereken birkaç şeyi alıp bavuluma yöneldim. Bu bavul alma işinde çok şanslıyımdır, yine bavulumla aynı anda buluştuk carouselde. Bu arada Canan'la Engin'i gördüm fakat Arzu'ya veda edemedim. Tabi artık görüşüyor olacağımız için bu çok önemli değildi benim için.

Yurtdışı tatil dönüşlerini gerçekten çok seviyorum. Çünkü benim için İstanbul'uma kavuşmak anlamına geliyor. Havaalanı çıkışından sahil yoluna birleşen yolda İstanbul havasını içime çeke çeke eve vardım. Neyse ki tatilin bitmesine, yani dinlenmek için bir gün daha vardı...

Beyrut notları:
  • Beyrut'ta, taksiler sizi çevirir!
  • Beyrut halkı çok eğitimli. En alt kesim bile üniversite mezunu. Dışarıya çok beyin göçü veren bu ülkenin neredeyse tamamı İngilizce biliyor.
  • İlk iki gün oldukça soğuktu. Havadurumuna aldanıp geldik ve üşüdük, fakat sonra hava açtı ve tshirt'lerle oldukça rahat eder olduk. Ancak aynı tshirt'lerle İstanbul'a inmek çok hoş bir tecrübe değildi!
  • Otelin altında bir kırtasiyeci dükkanında dedesi bir Osmanlı paşası olan yaşlıca bir beyefendiyle tanıştık. Adam çok temiz, akıcı ve anlaşılır bir İngilizce konuşuyordu. Bize şehirle ilgili birçok tiyo verdi.
  • Beyrut'ta çok Harley Davidson kullanan motorcu var. Gümbür gümbür gelip, kırmızıda durup kendi aralarında Arapça konuşmaları ilginç bir sahne oluşturuyor.
  • Pembe montu ve kaskıyla bir Harley Davidson Sportster 1200 Custom kullanan çıtı pıtı bir kız gördük. Motoruna çok hakimdi.
  • Kurban Bayramı dolayısıyla Türkiye Beyrut'a akmış. Gerçek anlamda elimi salladığımda bir defasında Türk'e çarptım. Bazı restaurant - kafe'lerde tüm masaların Türk olduğu oluyordu.
  • Beyrut kızları çok çok alımlı giyiniyorlar. Oldukça gösterişli elbiseler, taşlı taşlı parlak çantalar, ayakabılar vs, vazgeçilmezleri.
  • Beyrut'lular çok lüks arabalara biniyorlar. Şehrin yarısı Ferrari ve Porsche Cayenne sahibi. Diğer çok sık gördüğüm arabalarsa Infiniti, Bentley ve Porsche Carrera, Cayman. Şaka gibi. Çok izbe, bakımsız bir sokakta park etmiş Bentley, Cayenne ve Ferrari'yi arka arkaya görebiliyorsunuz. Ben Doğan'ımı bırakmam o sokağa, adam rahat rahat Ferreri'sini bırakabiliyor.
  • Lübnan'da Aşk-ı Memnu, Gönülçelen gibi diziler çok seviliyor.
  • Beyrut'ta drift çok yaygın. Karşıdan karşıya geçerken, soldaki sokağa dönen bir arabanın arkası kayarak size çarpabiliyor :). Filmin adı Tokyo Drift yerine Beyrut Drift olmalıydı bence.

14 Kasım 2011 Pazartesi

8 Eylül 2011 Perşembe

Temmuz 2011 - Babadağ'dan Ölüdeniz'e uçuş


Bu yaz hayatımda ikinci kez tandem paragliding yaptım. İkisi de aynı yerden, yani Fethiye'de bulunan yaklaşık 2000 metre yükseklikteki Babadağ'dandı. Babadağ'a yapılan parke yol ile yol süre olarak neredeyse yarı yarıya kısalmış durumda. Uçuşumuz bu sefer öncekine göre biraz daha keyifliydi denebilir. Tabi bunda Pegas'ın eğlenceli pilotlarının payı büyük.

Uçuş görüntülerimi aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Remember Me


Remember Me şarkısı, Truva filminin sonunda çalar. O şarkıyı filmin sonunda dinlemek bambaşkadır. Filmi izlememişlere ise o keyfi asla vermez.

Şarkıyı Josh Groban, Tanja Tzarovska ile birlikte söyler.

Hisli gecelerde sizi sizden alma potansiyeli olan şarkılardan birisidir.

Sözleri aşağıdaki gibidir:

Remember, I will still be here
As long as you hold me, in your memories
Remember, When your dreams have ended
Time can be transended
Just remember me

I am the one star, that keeps burning
So brighting as the last light
To fait into the rising sun
And with you, whenever you tell my story
Forever, (What) all I've done

Remember, I will stil be here
As long as you hold me, in your memories
Remember Me

I am that one voice, that call wind
That whispers, and if you will say
You're here be calling cross the sky

As long as, I still can reach out and touch you
And then I will never die...

Remember, I never leave you
If you will own me
Remember me

Remember, I will still be here
As long as you own me
In you memories

Remember, When your dreams have ended
Time can be transended
I live forever
Remember me
Remember me
Remember me...

Şarkıyı dinlemek isteyenler ise aşağıdaki videoyu izleyebilirler.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ne varmış şu Moskova'da?


29 Haziran:
Sabah dedim ki bir online checkin yapayım şöyle koridorda önlerde güzel bir yerim olsun. Ne mümkün? Aeroflot'un online checkin yapılabilecek kalkış noktalarında İstanbul yok. Hadi ordan! Gittik tabi mecburen havaalanında yaptırdık checkin'imizi, dolayısıyla ne cam kenarı ne koridor dandik bir yere oturduk. Uçağa biner binmez Rusya hemen hissediliyor. Gerek hosteslerin soğuklukları gerekse güzellikleriyle. 30 tane Rusça konuşup cevap alamayınca İngilizce konuşmayı akıl edebiliyorlar. Servis de zaten zayıf. Bir de bana imigration card vermediler. Vizeyle mi geldin dedi hostes, hayır dedim o zaman buna ihtiyacın yok dedi. İyi dedim madem. Ama sınır polisi tabi ki istedi kartı. Oturup doldurduk mecburen orada. Yani Rusya'ya gideceklere tavsiyem, hiç birşey bilmeyen hosteslere inat, o kartı onlardan isteyin ve uçakta doldurun ki polis bankolarında kuyruk olmadan sınırdan geçebilin. Yoksa siz kartı doldurana kadar millet doluşuyor.

Neyse yolculuk bitti havalimanından çıktık bir baktım Tanya beni bekliyor. Kavuştuk ettik sonra bindik arabaya tuttuk otelimin yolunu. Saat 2'yi geçiyor. Moskova'ya girdikten sonra sana bir sürprizim var dedi. Merak ededururken üç iki bir diye saydı köşeyi bir döndük Kremlin. Bitmedi dedi birkaç dakika sonra da Aziz Vasil Kilisesi karşımıza çıktı. Sürpriz buymuş meğer. İyi de ben bunları göreceğimi zaten biliyordum :) Neyse, otele vardığımızda saat 3 buçuk gibiydi. Tanya bir sonraki sabah için önce 7'de, sonra 8'de sonra da 9'da buluşalım dedi. Bana kalsa öğleden sonra buluşalımdı ama, 9 için sözleştik. Otele girdiğimizde resepsiyondaki çocuğun çok iyi ingilizce konuşuyor olması beni biraz rahatlattı. Odama yerleştim, saat 4 gibi yatağa girdiğimde hava apaydınlıktı.

30 Haziran:
9 gibi buluştuk. Tanya Kremlin'de pek bi atraksiyon yok dedi gitmeyelim dedi iyi dedim ama içimden de nasıl olur diye düşünmedim değil. Sonradan internetten okuyup neler kaçırdığımı gördüm fakat iş işten geçmişti. (Burada anladım ki bir şehri oranın yerlisininin isteği doğrultusunda değil, bir tur ile gezmek daha mantıklı). Arabayla bir yere kadar gittik sonra inip metro'ya bindik. Moskova'nın meşhur metro istasyonlarının hakikatten her biri birer müze gibi. Bir de köpek heykellerinin burunlarını ellemenin uğur getireceğine inanıyorlar. O yüzden her geçemn köpek heykellerinin burunlarını elliyor. Metro istasyonundan çıktık ve kızıl meydan karşımızdaydı. Önce Lenin mozelesi için sıraya girdik. Çok uzun bir kuyruktu. 20 dakika bekledikten sonra Tanya dedi ki sen git meçhul asker anıtına bak, nöbet değişimi olacak, onu izle ben sırada beklerim dedi. İyi dedim gittim bekliyorum bir baktım bu da gelmiş. Sıra ne oldu dedim, birine söyledim gidince gireriz dedi, tamam dedim. Nöbet değişimi oldu, bu beni tekrar sıraya koşturdu bir baktık sırayı emanet ettiği kişiler girmiş. Bu sefer ilkinden daha uzun bir kuyruğa girip 40 dakika civarı daha bekleyip içeri girebildik. Adamı öyle görmek hakikatten bir garipti. Çok güzel muhafaza etmişler, sanki uyuyor gibiydi.


Lenin'den sonra kızıl meydanın dışında bulunan müzeye girdik. Müzelerden pek hoşlanmadığımı tekrar hatırladım. Sonra oradan çıkıp kızıl meydana geri döndük. GUM alışveriş merkezini biraz gezip benim asıl çok istediğim Aziz Vasil Kilisesine yaklaştık. Hansel ve Gretel'in pastaları gibi bir yapı. Zaten Rusya'da tüm yapılar pastaya benziyor. Isırası geliyor insanın.
İçinde dışında bir sürü fotoğraf çektirdikten sonra kızıl meydanı terkedip Tretyakov resim galerisine gittik. Burası hakikatten çok hoşuma gitti. Bu Ruslar resim çiziyor arkadaş.

Akşam olduğunda da heyecanla beklediğim Kuğu Gölü Balesine gittik. Şahane bir gösteri izledik. Sadece orkestrası yeter. Ve gerek hikayenin işlenişi olsun, gerek kareografi olsun gerekse müzikler olsun dört dörtlüktü. Saat 10 gibi gösteri merkezinden çıktık bir baktım hava hala aydınlık. Güneş gözlüğü taksan takılır. Hiç mi batmaz güneş bu ülkede?

Gösteriden sonra Tanya'nın çok iyi ingilizce bilen ve dolayısıyla onunla birlikte olmaktan çok zevk aldığım bir arkadaşıyla yemek yedik. "Lost in Translation" olduğumuz kısımların bir kısmını tamamladı. Yemekte garip bir soslu somon balığı yedim, enfesti. Gecenin sonunda ise otelde içerim diye aldığım suları Tanya'nın arabasında unutarak kendime yakışanı yaptım ve bu günü sonlandırdım.

1 Temmuz:
Sabah Tanya ile 10'da buluşacaktık ama hanfendi 12'de teşrif ettiler. Meğer dün 12 demek istemiş ama ingilizcesi yeterli olmadığı için 10 demiş. 2 sayı eksik kalmış yani. Zaten bu İngilizcesinin yetersizliği yüzünden hakikatten gitgide çok sıkıcı ve gergin bir Moskova turu oldu benim için. Neyse.

Sabah ilk işimiz Novo-Deviçye mezarlığında yatmakta olan Nazım Hikmet'i ziyaret etmek oldu. 4 tane karanfil bıraktım ustanın mezarına. Türkiye'den getirdiğim özel hediyelerle bir de mektup bıraktım. Sonra Novo-Deviçye manastırını ve oradaki binaları ziyaret ettik. 


Ardından da Ostankino kulesine gittik. Kuleye giriş çok zor. Rusya'ya giriş bile daha kolay. Pasaportlarla 50 yerde güvenlik kontrolü falan. Sıkıcı ve anlamsız. Kulede bir sonraki tur için yarım saat bekledik bu sırada açlıktan öleceğimi Tanya'ya kırkıncı kez belirttiğimde orada bulunan kafede bir sandviç yiyelim bari dedi. Sandviç diye beklediğim şey aynen şu geldi: bir adet tost ekmeğinin üzerine iki dilim kaşar konmuş bir şey. Gel de çıldırma. Üstelik kafede tüm bayraklar var, bir tek Türk bayrağı yok. Gelip 3 kuruşa tatil yapmasını biliyorlar ama güzelim ülkemizde. (Yazdıkça sinirleniyorum)

Neyse, tur başladı. Rehber tabi ki sadece Rusça konuşuyor. Zaten Ruslar genelde ingilizce bilmiyorlar da, turistlere yönelik şeylerde, gerek bu tarz turlar, gerekse turistik mekanlardaki yazılarda (müzeler ve hediyelikçiler dahil) Rusça dışında bir dilin olmayışı çok sinir bozucu.

Kule turunu tamamladıktan sonra ise artık tahammülüm kalmamıştı bir saniye daha yemeksiz duracak. Ucube bir kafeye götürdü bu beni, orda Rusların değil Meksika'lıların geleneksel yemeği olan quesadilla'yı yedik. Yine kesmedi tabi ama birazdan izleyeceğimiz geleneksel dans gösterisinde idare edebilmemi sağladı.

Dans gösterisi genel olarak vasattı diyebilirim, tek doğru düzgün zevk aldığım anı, sonunda çalınan Kalinka ile yapılan danstı. Ama yine de Ruslara özgü birşey daha izlemiş olmak güzeldi.

Gösteriden sonra ise Taras Bulba isimli bir yerde yemek yedik. Bu otantik mekan hakikatten çok güzeldi. Türkçe menüleri de var üstelik. Ben menüye bakarken benim için sipariş çoktan verilmişti ve ne olduğunu anlamadığım bir çorba içip ne olduğunu anlamadığım acayip tatlı ve susatıcı bir içki içtim. Mekan süper, yemek yine vasat yani.

Anlayacağınız üzere biraz dolmuş vaziyette otele dönerken ise su alma talebinde bulundum Tanya'ya. O da bakkaldan su istsemenin Rusça'sını öğretmeye çalıştı bana. Şu an havamda değilim, öğrenemiyorum söyleyemem falan dinletemedim. Dedim lanet olsun ben alırım kendi suyumu. İnip bakkala derdimi ingilizce anlatmaya çalıştım. Bakkal da 1 litrelik mi yarım litrelik mi diye soruyormuş bana ama Rusça sorduğu için anlamıyorum tabi. Biraz da dangoz olduğu için gösterip de sormuyor. Sonunda o da sinirlendi ben de, aldım 4 tane su çıktım. Otele geldiğimde bir farkettim ki, sular gazlıymış. Son nokta artık.

2 Temmuz:
Bugün ilk işimiz Tsaritsyno Parkı'na gitmek oldu. Bol yeşillikli içinde bir kilise, bol bol köprü, akarsu vs barındıran bir park. Çok güzel bir park. Huzur bulunası. Bir özelliği, bütün evlenen çiftler buraya geliyor fotoğraf çektirmek için. Ve de limuzinle. Kesinlikle limuzinsiz bir gelin-damat görmedik. Aynı anda 4-5 tane gelin damat görülebiliniyor. Parkta 2 saatlik bir gezintiyle de 100 civarı çift görebilirsiniz.


Sonraki durağımız bizim İstiklal'in yandan yemişi olan Arbat caddesiydi. Çok şaşalı olmayan sade, turistik bir cadde. Hediyelik eşyacılarla dolu. Buralarda bir iki İngilizce hatta Türkçe bilen tipe bile rastlamak mümkün oldu. Hard Rock Cafe'de ise Efes Pilsen'in hüküm sürmesi gurur verici birşeydi. Burada Tanya'nın yine İngilizce bilen bir başka arkadaşı katıldı bize. Tabi ki onunla da sohbet etmek keyifliydi. Daha doğrusu sohbet edebilmek keyifliydi.

Arbat'ın ardından Kurtarıcı İsa Kilisesine gittik, tabi ki içine girmeden dışını gezdik. Bol bol fotoğraf çektik. Sonra 9 gibi Tanya beni tekrar otelime bıraktı. Ah burada dil bilen erkek bir arkadaşım olacaktı ki dedirtti bana bu.

Neyse odamda duşumu aldım, biraz internete baktım ve yatağa yayılıp televizyonda anlamak için Rusça gerektirmeyen bir kamera şakası programı buldum onu izlerken telefon çaldı. Tanya gelmiş, resepsiyondan arıyor. Gel aşağı diyor. İndim bir baktım bu bir bardağa bira doldurmuş, al diyor Rus birası, yarına kadar sabredemedim. İçtim, pek hoşuma gitmedi. Dedi ki Efes mi daha güzel, bu mu. Ben de Efes tabi ki dedim. Meğer beni kandırmış, o bira da Efes'miş. Ama Efes Fusion. Tamamen farklı ve sadece Rusya'da üretilen bir bira. Normal Efes'e göre kötü, neyse asıl Tanya'nın bana ispat etmek istediği şey, bakınız Efes'i içtin aslında ama sadece Rus birasına çamur atmak için beğenmedin ama halbuki Efes'ti içtiğin demek. Fusion ve normal Efes'in farklı olduğunu anlatamadım tabi buna. Sonra gerçek bir Rus birası verdi, o daha da kötüydü. Neyse iyice sinir olup tekrar çıktım odama.

3 Temmuz:
Bugünkü plan, Kolomenskoye parkını gezip ordan da Victory Park'ına geçmekti ama zaman yetmediği için  (Tanya'nın paçoz planı bugün başarısız olduğu için) Victory'yi yapamadık. Kolomenskoye de güzel bir park, herkes çimlere yayılmış mayolarla bikinilerle güneşleniyor. Rahatlık, keyif had safhada.  Bizse parkın en saçma yerlerini gezdik. Votka ile alışverişimizi de tamamladıktan sonra havaalanının yolunu tutma vakti geldi. Yine sessiz bir yolculuktan sonra havaalanına vardık. Tanya'ya Türkiye'deyken bana söylediği Очи чёрные şarkısını bir türlü söyletemedim. Maksadım onu kameraya almaktı. 4 gündür birazdan söylerim yarın söylerim diye naz yapıyordu artık daha fazla ısrar etmeyip vazgeçtim ben de. Tanya'yla vedalaşıp geçtim diğer tarafa. İşlemler çok hızlı oldu. Yalnız pasaport polisi pasaporttaki vintage fotoğrafımı tabi ki bana benzetmedi ve başka kimlik vererek kadını razı edebildim. Tabi ki İngilizce de bilmiyor.

Diğer tarafta benim uçağın kapısının orda bir TGI Friday's buldum ve başladım içmeye. Televizyonda da bir premier lig maçı buldum ve değmeyin keyfime. Uçağa sarhoş bindim. 3 saatlik sıkıcı bir yolculuk sonrası ise sabaha karşı 2 gibi canım İstanbul'umdaydım. Çılgın şehir. Gerçekten başka hiç birşey tutmuyor yerini...

Genel olarak sıkıcı bir geziydi benim için. Ancak bunda Tanya ile olan iletişim eksikliğimiz büyük rol oynuyor tabi ki. Ortak bir dil konuşabildiğimiz biriyle veya bir turla gitseydim çok daha iyi olacağı kesin. Ama yine de çok çok etkilendiğim bir şehir olmadı Moskova. Soğuk. İnsana yabancı olduğunu hissettiriyor. Mesela Edinburgh'da yok bu. Burada var.


Moskova notları:
  • Yollarda bir çok kaza gördük. Ruslar araba kullanmasını bilmiyor galiba.
  • Moskova trafiği, İstanbul trafiğinin 50 misli.
  • Harley Davidson Rusya'da tutulan bir marka. Ama Honda Goldwing daha çok tutulan bir marka.
  • Mc Donald's, Starbucks gibi markaların dükkanları bile Rus stilinde inşa edilmiş.
  • Çılgın Rus gecelerine akamamış olmak beni üzen şeylerden biriydi.
  • Garmin'in GPS'inin Rusça seslendirmesi hakkatten çok komik. Adam her söyleyeceği şeyin başında şöyle bir "hmmmm" diye düşünüyor. Çok komik. "Hmmm... повернуть направо". Türkçesi: "hmmmm... sağa dönün bari!" :)
  • Rusya'da iç mekanlarda sigara içiliyor.
  • Yine bir fotoğraf makinesi faciası yaşadım. ISO'yu çok açık vaziyette unutup tüm fotoğraflarımı ultra parazitli çekmişim. Bundan sonra ayar mayar yapmayıp AUTO'da çekeceğim bütün fotoğrafları. İlk defa fotoğraf makinesi görmüş gibi davranacağım.
  • Yakın zamanda Moskova'da konser verecek gruplar: Cinderella, Twisted Sister, Rammstein, Dream Theater, Mastodon, Slipknot, Chemical Brothers, Korn, Robert Plant, Goran Bregoviç ve logosunu okuyamadığım bir grindcore grubu.
  • Efes Pilsen, Rusya genelinde tercih edilen bir bira.
  • Rusların dublajlı filmlerinde orijinal sesi de arkadan duymak mümkün. Hatta dublaj biraz gecikmeli olarak geliyor, filmi kassanız orijinal izlersiniz. Belgesel gibi.

11 Haziran 2011 Cumartesi

VOX Amplug cep amfileri

Bu VOX Amplug cep amfilerini daha gitarı almadan 1 sene önce aldım. Bu el kadar cihaz gitarın jak girişine takılıyor ve cihazın diğer girişine de kulaklık bağlanıyor. Böylece bir amfiye veya pedala gerek kalmadan çaldığınız müzik kulağınızda. Üstelik bu cihaz iki AAA pille çalıştığı için kablo derdiniz de yok. Tak gitarı omzuna, tak ucuna Amplug'ı, bağla kulaklığını, evde gezerek gitar çal :) Gerçekten çok eğlenceli ve pratik. Üstelik yüksek sesle kimseyi rahatsız etmenize de gerek kalmıyor böylece.

Bu cihazın şu an piyasada olan çeşitleri: AC30, Metal, Classic Rock, Bass, Lead, Acoustic ve Joe Satriani. Her biri kendi ismine ait olan amfinin tüm özelliklerine göre modellenmiş.

Boyutunun el kadar olduğuna ve cebe sığdığına bakmayın. Modellendiği amfinin sesini gerçekten veriyor. Bende bunun AC30, Metal ve Acoustic çeşitleri var. Her birinden de son derece tatmin edici sonuçlar elde ettim. 

Ancak bu tarz bir cihaza kaliteli bir kulaklık bağlamanızı tavsiye ederim. Örneğin bendeki Philips SBC HP800'le özellikle yüksek gain'de çatlamalar oluyor.

Tabi bu cihazda bir de AUX girişi mevcut. Bu girişe mp3 çalarınızı veya üstüne gitar çalmak istediğiniz herhangi bir cihazı bağlayıp iki sesi birleştirebilirsiniz.

Sonuç itibariyle evde gitar çalışırken veya konser öncesi pratik yapmak için ideal bir cihaz. Amfiyi kurmak, kablolarla uğraşmak, gürültü gibi sorunlardan da uzaklaştırması cabası.

Ben askerdeyken okudum, siz de okuyun

Askerdeyken bol bol kitap okumaya vaktim oldu. Burada o okuduğum kitapların neler olduğunu, keyif alma ve tavsiye ediş sırasına göre grup grup yazacağım. Böylece "son okuduğum kitap" şeklindeki yazılarımı da sonlandırıyorum. Kitap okurken bunu nasıl tarif etsem diye düşünmek istemiyorum çünkü artık.

Birinci grup çok büyük zevkle bir solukta okuduğum kitaplar. Bu gruptaki kitapların yazarlarının diğer kitaplarını da okuyacağım anlamına geliyor bu. İkinci grup yine zevkle biraz daha vakit geçirmece şeklinde okuduğum kitaplar. Üçüncü gruptaki kitaplar daha az merakla, sonunu da bilmek için okuduğum kitaplar. Dördüncü grup ise zorla, başlamış olduğum için bitirmeye çalıştığım kitaplar.

Ahmet Altan - En Uzun Gece
Elif Şafak - Firarperest
Sinan Akyüz - Sevmek Zorunda Değilsin Beni
Wladimir Bartol - Alamut

Kerime Nadir - Hıçkırık
Sunay Akın - Ay Hırsızı
Peyami Safa - Cânân
Jules Verne - İnatçı Keraban

Sinan Akyüz - Yatağımdaki Yabancı
Samipaşazade Sezai - Sergüzeşt
Mehmet Rauf - Eylül

Samurayın El Kitabı Hagakure
Richard Bach - Martı
Cem Şancı - Ayastefanos Yalnızı

5 Haziran 2011 Pazar

Mutluluklarıyla ışık saçanlar

Birşeyi çok severek yapan, bir şeye sahip olduğuna, bir şeyi gördüğüne ve tattığına vs çok sevinen, çok sevdiği birşeye kavuştuğunda dış dünyadan soyutlanıp tüm benlikleriyle o şeyin keyfini çıkaran veya o şeye hayranlıkla bakan insanları çok seviyorum. 

Bunun en net örneğini hediye alan bir çocuğun yüzünde görebilirsiniz. Kucağıma yatan bir köpeğin gözlerinde. Yılbaşında kar yağmasını bekleyip umutsuzluğa kapıldıktan sonra son anda yağan karı gören bir çocuğun sevincinden gülemeyip bile sadece kara odaklanmasında. Her sene çok sevdiği çileğin mevsimi geldiğinde Gözde'nin gözlerinde. Motosiklet süren sevgilisinin beline sarılan kızın göz kapaklarında ve dudaklarında. Bir İstanbul aşığı uzun süre sonra İstanbul'a dönünce boğaz havasını içine çekerken. Samuray felsefesine çok meraklı birine gerçek bir Hanzo katanası hediye edildiğinde. Adriana Lima'ya hayranlıkla bakan annemin "maşaallah" deyişinde. Konserinde kendi şarkısını hep bir ağızdan söyleyen kalabalığı duyan müzisyenin kalabalığa doğru açılan kollarında. Tekrar ve tekrar çok seviğim motosikletimin üzerinde yollardayken söylediğim şarkılarda. Ve muhtemelen çocuğunun kendisine gülümsediğini gören bir annenin göğsünde hissettiği sıcaklıkta.

Zaten bu yüzden sevdiklerimize sevdikleri şeylerle alakalı şeyleri hediye etmek istemez miyiz?

Nasıl anlatayım ki? Genelde bu bahsettiğim yaşanırken kişi gözlerini kapatıp kafasını yukarı kaldırır ve gülümser. Kendini teslim etmiş bu gülümseme, bu uyuşma hali, bu dünyadan kendini o duruma seviniyorkenki soyutlama gibi şeyler hoşuma giden. Bunları izlemek. Ve de yaşamak.

Anlatmak istediğim şey kafamda çok net ama bu sefer kelimelere dökemiyorum, anlatamıyorum.

27 Mayıs 2011 Cuma

Doğadan çaldığın yeter, doğa için çal !

Keyifli geçen bir akşamdan sonra eve dönmüş yatağımda Gülin Yıldırımkaya ile HT Gündem'i izliyordum, bir baktım konuk Fırat Çavaş'la Ümit Akkuş. Baktım Doğa İçin Çal 3 falan diyorlar, hayda dedim hemen iphone'dan bir baktım ki Doğa İçin Çal 3 çıkmış. Askerdeyken de düşünmüştüm, döndüğümde bunlar 3.yü yapmış olur diye, hakikaten de yapmışlar.

Müthiş bir emek var yine. Bu seferki potbori. Gesi Bağları, Çemberimde Gül Oya ve Çayeli'nden Öteye'yi çalmışlar. Yine bir öncekiler kadar renkli ve başarılı bir çalışma olmuş. Keyifle izliyoruz:





Bu sefer kamera arkası görüntülerini de koymuşlar. İlgi çekici: