Translate

30 Kasım 2008 Pazar

Pazarlamanın 22 Kuralı

Pazarlamanın 22 Kuralı ya da özgün adıyla The 22 Immutable Laws of Marketing, birer pazarlama gurusu ve yazar olan Al Ries ve Jack Trout tarafından yazılmıştır. Birer danışmanlık şirketinin sahibi olan yazarlar, pazarlama konusunda çeşitli kitaplar yazmış ve "konulmandırma" kavramını kazandırmışlardır. Kitap 1993 yılında yazılmış olup 136 sayfadır. Ries ve Trout bu kitapta pazarlamanın da tıpkı fizikte olduğu gibi kurallara (kendi deyimleriyle kanunlara) dayandığını, bu kuralların ihlal edilmesi sonucunda, ne kadar yatırım yapılırsa yapılsın, başarısızlığın kaçınılmaz olduğunu vurgulamışlardır.

Bu kuralların ilki liderlik kuralıdır. Bu kurala göre, ilk olmak üstün olmaktan daha iyidir. Zihinlere ilk giren olmak son derece önemlidir. Bu kural bence başarıyı garanti etmese bile önemli bir avantaj yaratır. Bir kategoride, ne ile ilgili olursa olsun, ilk olan her zaman hatırda kalandır. İkinci o işi daha iyi yapıyor dahi olsa ilk yapanın önüne geçemez. Tabi ki körü körüne ilk olmak her zaman başarı anlamına gelmediği, zamanlamanın da önemli olduğu belirtilmiştir. Yazarlara göre şirkeler ilk marka olmak yerine "daha iyi ürün" stratejisini seçtikleri için kaybediyorlar. Halbuki ilk olamayan şirketlere ikinci kural olan kategori kuralı yetişiyor ve ilk olabileceğiniz bir kategori yaratmalarını öğütlüyor. Bu kurala göre birşeylerin öncüsü olmanın son derece önemlidir. Bu kuralda öne çıkan marka değil, kategori olmalıdır.

Pazarlama yazarlarımıza göre bir marka savaşı değil, bir algı savaşıdır. Buna göre, piyasada ilk sırayı kapmaktan daha önemli olan, zihinlerde ilk sıraya yerleşmektir. İnsanların fikirlerini değiştirmenin imkansız olduğunu belirten yazarlar, zihinlerde yer etmenin yavaş yavaş oluşan bir süreç olmadığını, aniden olabilecek bir olay olduğunu savunmuşlardır. Pazarlama dünyasındaki tek gerçek müşterilerin algıladıklarıdır. Pazarlama algılar için yapılan bir mücadeledir. Aynı ürünlerin farklı kişilerce (farklı hedef kitlelerce) farklı algılanabileceği ve bu kitlelere ayrı ayrı pazarlama stratejilerinin geliştirilmesinin gerektiği vurgulanmıştır. Örneğin Honda, Amerika'da araba anlamına gelirken, Japonya'da motosiklet anlamına gelmektedir. Honda arabalarının Japonya'da pek başarılı olmamasını sebebi, Japonya'da Honda'nın bir araba şirketi değil de motosiklet şirketi olarak algılanmasıdır.

Yazarlar, algı konusunda önemli bir silah olarak müşterinin zihninde yer etmiş bir kelime ile müşterinin kolayca kazanılabileceğini söylemişlerdir. Birçok kavramla değil de, tek bir kelime ile faydaya odaklanmanın başarıya götüreceğini savunmuşlardır. Bu kelimeyi seçerken de, zıttı olmayan kelimelere yoğunlaşmamayı önerirler. Gençleri hedeflemek – büyükleri hedeflemek gibi, zıttının da rakiplerce tercih edilebileceği kelimelerin seçilmesi gerektiğini ve bu kelimenin tek sahibinin olabileceğini belirtmişlerdir.

Merdiven kuralına göre, zihinlere giriş sırası olarak ürün merdiveninin hangi basamağındaysak, stratejimizi ona göre belirlemeliyiz. Pazar payının da bununla ilişkisi vardır. Bu kural genelde 4-2-1 sayılarıyla ortantılı bir şeklinde alt basamaklara indikçe yarılanarak dağılır. Pazarlama programının tüketicinin zihnindeki sıraya göre yapılması gerektiği, bu kuralın özüdür. Bu merdiven başlarda çok basamaklı olsa da, eninde sonunda iki basamağa kadar düşer. Bu iki marka da yazarlarımıza göre ilk göz ağrısı olan marka ile hızlı çıkış yapan markadır. Bu sonuç önceden kestirilirse, kısa vadeli pazarlama stratejileri de buna göre belirlenebilir. İkilik kuralını anlatırlarken yazarlar bana pazarı oldukça fazla alt kategorilere ayrılmış olarak düşündüklerini düşündürdü. Çünkü pazarı en üst seviye kategorilendirmede değerlendirirsek, örneğin otomobil kategorisinde ikiden çok daha fazla sayıda marka vardır. Ancak çok özel düşünüp tek kapılı küçük dizel ucuz otomobiller olarak değerlendirirsek sanırım ikilik kuralı biraz daha gerçekçidir. Yazarlarımıza göre işletme eğer ikinci olma yolundaysa, stratejisini liderin tam zıttı gibi belirlemelidir. Örneğin Pepsi, Coca-Cola'nın tam zıttı olan gençliğe yönelik strateji geliştirip başarılı oldu.

Pazarlama faaliyetlerinin etkileri zamanla ortaya çıkar. Uzun vadedeki etkiler, genellikle kısa vadedekilerin tam tersidir. Yazarlara göre şirketler, kısa vadedeki kazanımların uzun vadedeki kayıplara neden olduklarını görememektedirler. Çünkü rekabet ortamı ve kısa vadedeki sonuçların cazibesi, işletmeleri genişlemeye zorlar. Ama genişleme genelde uzun vadede başarısızlık getirir. Yazarlara göre daha fazla demek, daha az demektir. Daha fazla çeşit, daha geniş pazar işletmeler için daha az kar demektir. Azla yetinmek çok zor ama daha fazla kazanmak için çok gereklidir. Yazarlar burada önceki kurallara da referans vererek, genişlemenin kar getirmesinin tek yolunun bir kategorinin ilk temsilcisi olmaktan veya yeni ürünün, liderin karşısında güçlü bir alternetif olarak durabilmesinden geçtiğini belirtirler. Eğer bunları yapamayan şirketler için başarıyı yakalamanın tek yolu, birşeylerden fedakarlık yapmaktır. Ürün grubu, hedef kitle veya değişimden fedakarlık yapılabilir. Yazarlar burada genişlemek yerine özelleşmenin ve herkese hitap etmek yerine belirli bir kitleye daha fazla yoğunlaşmanın önemine dikkat çekmektedirler.

Samimiyet kuralına göre, ürünün olumsuz bir yönünün kabullenilmesi, müşteri tarafından olumlu karşılanır. Çünkü olumsuz bir beyan hemen kabul görürken, olumlu beyanlara ise şüpheyle yaklaşılır. Üstelik olumsuz beyanda ispata gerek duyulmaz. Bir olumsuzluğun farkında olan tüketicinin fikrini değiştirmek imkansızdır. Bu olumsuzluğu kullanarak yapılan reklam ise başarılı olabilir. Örneğin Listerine marka ağız gargarasının reklamında geçen "günde iki defa katlanmak zorunda kaldığınız tat" cümlesi, bu üründen kötü bir tat bıraktığı gerekçesiyle uzak duran tüketicinin, bu kadar kötü bir tadı olduğuna göre mikroplara karşı çok etkili olabileceği yönünde düşünmesine sebep olabilir.

Çoğu pazarlama planının varsayımlar üzerine oturtulduğunu belirten yazarlarımız, rakiplerin stratejilerini biz belirlemediğimiz sürece, geleceği tahmin etmenin imkansızlığına dikkat çekerler. Öncelikle kısa vadede işimize yarayacak bir kelime veya bakış açısına sahip olduktan sonra, buna yönelik uzun vadeli pazarlama programı belirlememiz gerektiğini vurgularlar. Örnek olarak, Domino's Pizza'nın kısa vadeli "evlere servis" fikrinden yola çıkılmış ve ulusal evlere servis zinciri olmak gibi uzun vadeli bir planını verirler. Geleceği tahmin etmeye çalışmak ne kadar tehlikeliyse, organizasyona esneklik kazandırmak da bir o kadar etkilidir. İşletme değişime hazır olmalı ve hızlıca ayak uydurulabilmelidir.
Başarı kibre, kibir de başarısızlığa yol açar. Başarı ve başarısızlık kurallarında yazarlarımız bunu anlatmıştır. Pazarlamada ego yerine nesnelliğin öneminin üzerinde durmuşlardır. Önce başarı sağlanır, sonra ürün grubu genişletilir ve daha önceki kurallarda belirtildiği gibi başarısızlık gelir. Yani erken başarı ve uzun vadede fiyasko. Genişleme kuralında olduğu gibi burada da nesnellik ön plana çıkmalı, genişleme yerine özelleşme tercih edilmelidir. Heveslere kapılmak yerine uzun vadeli programları trendlere göre belirlemek gerekir. Ninja Kaplumbağalar örneğinde olduğu gibi bir ürünü açgözlülük yaparak doyum noktasına çabucak ulaştırmak, kısa sürede başarısızlığı getirir. Heveslerden yararlanmak için, hevesi kontrol altında tutmak, gerekirse söndürmek gereklidir.

Son kural olan kaynaklar kuralında ise yazarlar özetle kaynaklar olmazsa, fikirlerin hiçbir işe yaramayacağını anlatmışlardır. Birinin kafasına girebilmek için, paraya, orada kalıcı olabilmek için de daha fazla paraya ihtiyaç olduğunun altını çizmektedirler.

Bu kısa kitapta pazarlamanın tıpkı fizikteki gibi değişmez kanunlara sahip olduğunu ve bu kanunların ihlali sonucu oluşacak risklerin göze alınması gerektiğini belirtmişlerdir. Kitap sade ve akıcı diliyle rahat okunabilir tarzda yazılmıştır. Çevirmen de oldukça başarılıdır. Konuyla profesyonel olarak ilgilenmeyenler dahi rahatça okuyabilir. Hatta her ne kadar pazarlamacılar için hazırlanmış olsa da, sadece iş alanında da değil, zihin kuralı, lidelik kuralı, algı kuralı gibi hayatın her alanında işe yarayacak kurallar içermektedir. Yazarlarımız her kuralı anlatırken onlarca örnek kullanmıştır, bu da okuyucunun o kuralı anlamasını oldukça kolaylaştırmaktadır. Bazı kurallar sadece çok büyük kuruluşlara hitap etmektedir, küçük çapta şirketlerin bu kuralların çoğunu uygulaması kapsam dışıdır. Bazı kanunların da günümüzde aksini gördüğümüz olmaktadır. Ancak benim görüşümle kanunlara uymak mutlaka başarı getirmezken, uymamanın başarısızlığı garantilemesi kesindir.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Güney Marmara motosiklet gezisi - Eylül 2008

13 Eylül Cumartesi:

Sabah 8 gibi teker döndü. İstanbul uyanmıştı çoktan. Sıradan bir şekilde Gebze Opet’te (Mehmetçik Vakfı Tesisleri) durup benzin aldım. Tüm uzun yol gezilerimin vazgeçilmez durağı artık Gebze Opet. Birşey almayacaksam bile durmam gereken bir yer. Güneş yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı. Feribottan indiğimde montumun içliğini çıkardım. Sabit bir tempoda Orhangazi üzerinden İznik yoluna girdim, göl kıyısından süper bir yolculuk sonrasında İznik’e ulaştım. Otelime yerleşip foto makinemi kaptığım gibi kendimi sokağa attım. Aya Sofya’yı dışarıdan gördüm (tadilat olduğu için içine giremedim), Yeşil Cami’yi ziyaret ettim. İznik Müzesi’ne öğle tatili nedeniyle giremeyip, Yeşil Cami’nin huzur içeren avlusunda tatilin bitmesini bekledim, yarı uyuklar vaziyette. Lefke Kapının ardında, tüm İznik’i tepeden gördüğü iddia edilen bir tepe varmış. Oraya çıkayım dedim bu arada, ancak yarı yolda sıcağa dayanamayıp geri döndüm. Çinicileri ziyaret ettim ve dönüşte İznik müzesine girdim. Sonra şu 3 kapıyı tamamlayıp dedim ve İstanbul Kapı (İznik’in bir ucu) ve Yenişehir Kapı (İznik’in diğer ucu) arasını yürüyerek katettim. Son tarihi durağım olan Roma Tiyatrosunun ardından, koşarak göl kıyısına indim ve muazzam bir günbatımı izledim. Güneşi batırıp yaktım bir Djarum Black ve oradaki restaurantlardan birine konuşlandım. Dirty Cats isimli bir motosiklet grubuyla karşılaştım ama isimlerinden ötürü gidip tanışmak istemedim. İznik’in yayın balığı meşhurmuş. Gelmişken yiyeyim dedim ve tadı damağımda kaldı diyebilirim.

14 Eylül Pazar:


İznik küçük bir yer. Bu küçük yerde ramazanda öğlen yemek için açık restaurant bulmak zor. Bir tane buldum. Yemeğimi yedim, aa o yemeklerin beni gece WC’de sabahlatacağını nerden bilebilirdim? Sabahı zor ettim, o kadar darlanmıştım ki sabah otelin kahvaltısını beklemeden attım kendimi yollara. İznik’in delisiyle karşılaştım, bana “abi sen yarışçı mısın” diye sordu. Çıktım Yenişehir kapıdan, geldim gölün güney kıyısından manzaralı bir yoldan Gemlik’e. Acıkmıştım, her yer kapalıydı hala. Bir tane açık yer buldum ve şahane bir köy kahvaltısı yaptım. Planda Gölyazı’yı görmek vardı. GPS’im Gölyazı sapağını gösterdiğinde bir baktım ki yol çalışması var, karşı şeride geçmek imkansız. Moralim bozuk, Ulubat kuş cennetinin yolunu tuttum. Tam oraya geldim ki aynı durum. Neyse tavus kuşu göremediğim birşey değil dedim ve bunun üzerine bir de üşengeçliğim eklenince, Manyas kuş cennetini de görmekten vazgeçip Erdek’e yollandım. Ocaklar’a geldiğimde motosikletlerin girmesinin yasak olduğu sahil yürüyüş yoluna girdim çünkü otelimin bu sırada olduğunu biliyor, fakat nerede olduğunu bilmiyordum. Mümkün olduğunca düşük devirde motörümü süre süre Aruçi Otele geldim. Beni ilk karşılayan Cesur oldu. İlk başta pek sevişemedik köpecikle ama sonrasında çok alıştık birbirimize. Bu oteli çok tatlı yaşlı bir çift (Süleyman Bey, Nevin Hanım + Neşe hala) işletiyor. Kendimi otelde değil de evlerindeymişim gibi hissettirdiler. Otel, hatta Erdek çapında tek kişi olduğum için bana 6 kişilik kral dairesini tahsis ettiler. Deniz manzaralı, en tepede, kocaman bir oda. Deniz ve havuz ihtiyaçlarımı giderdim bol bol iki gün boyunca. Akşam yemeklerinden sonra da balkonumda günbatımına karşı Djarum Black tüttürmek de ayrı bir keyifti.

16 Eylül Salı:

Erdek’ten erken yola çıktım. Önce Bandırma’da uğramam gereken bir durak vardı: Bora. Barış üzerinden tanıdığım, internetten yazıştığımız, hatta bana şu an kullandığım lastikleri satan kişi. İlk defa yüzyüze tanıştık, çok şeker biriymiş Bora.
Yol bu sefer biraz hareketliydi, o kadar hareketliydi ki Etili civarında benzinim bitti. Hem de yokuş yukarı. En son gördüğüm benzinci 100km gerideydi. Böyle giderse halim yaman dedim, geçtim yedek depoya, benzin yakmamak için rüzgarlığın içine kapandım. Allahtan 18km sonra bir benzinci çıktı karşıma.
Bayramiç-Ezine arasındaki yol çalışmaları sayesinde ise hem ben hem motörüm belden aşağı komple çamur olduk. Bir cruiser’cının başına gelebilecek en kötü şey. Assos’a 20 km kala durduğum bir restaurantta en azından stop lambasını, farları ve sinyalleri görünür hale getirdim.
Son derece dar ve virajlı bir yoldan Assos’a ulaştım. Gittim otelimi buldum, burada adını hala öğrenemediğim bir köpek karşıladı beni, hem ne karşılamak. Üzerime atladı, kucağıma zıplayıp durdu, ayaklarımın üzerinde oturdu. Sonradan öğrendim bu yakınlığın sebebini: İsimsiz köpeğin babası husky’ymiş.
Yerleştim ve kendimi hemen denize attım. Deniz muazzam, sahil bomboş ve ıssız (bu otelde de tek başımaydım) ama bu huzuru bozan elbet birşey vardı: eşek arıları! Çok rahatsız oldum ve zamanımın büyük kısmını denizin içinde geçirerek bu problemi çözdüm.

17 Eylül Çarşamba:

6:00, 6:05, 6:10, 6:18, 6:20 derken 6:30’da kalktım ve 6:40 gibi yola çıktım. Beni Assos’tan aynı aldığı gibi uğurladı isimsiz köpek. Yola çıktığımda hala ay vardı. Ayvacık’a dönüşü daha sevimli (geniş) bir yoldan yaptım. Ezine’ye gelince müthiş Ezine peynirinin kokusu her yeri sarmıştı. Bu peynirden yememek olmazdı, onu da içeren şahane bir kahvaltı yaptım. Çanakkale’ye yaklaşırken Kilitbahir tarafına bir baktım ki simsiyah. Şimşekler sarmış dört bir yanı. Çanakkale içine girdim, Truva filminde kullanılan atı görmeye gittim. Eceabat’a bir geçtim ki, kan gövdeyi götürüyor. Yol böyle bir yağmur. Tekirdağ çıkışına kadar yağdı. İliklerime kadar ıslanmak neymiş, bugün gördüm ben. Bundan sonra tüm motörize tatillere yaz da olsa kışlık takımlar yedek alınarak çıkılacak. Deri eldivenlerim suyu çektiler, oldular birer gülle. Tüm boyayı ellerime salmaları da cabası. Bir Opet istasyonu bana sahip çıktı. Üzerimi falan değiştirdim (sonra 4 kez daha değiştirdim). Rezil vaziyette İstanbul’a girdim. Tabi ki trafik. Eve ulaştığımda ise zincirimden katara kutara bir ses geliyordu. Bir baktım ki zincirim kupkuru olmuş. Hemen yağadım 2 tur attım sesin kesildiğini duydum sonra da kendimi sıcacık duşun şefkatli kollarına bıraktım.

25 Mayıs 2008 Pazar

Yunanistan motosiklet gezisi - Mayıs 2008

24 Nisan, 07:30 - Yunan konsolosluğu önü
Barış'la beraber vize için sıraya girdik. Önümüzde bir dünya insan. 8:30 gibi görevliler geldi, sıra numarası dağıtmaya geldiler, sıra bize gelmeye çok vardı ki numara dağıtmayı bıraktılar, siz haftaya gelin dediler. Bu günlük maceramız kısa sürdü, geç kalmadan işimizin başına dönebildik.

31 Nisan, 05:00 - Yunan konsolosluğu önü
Bu sefer tecrübeliydik. Erken geldik. Sıra numarası alabildik. Tur şirketi görevlileriyle, kamyon şoförleriyle kanka olduk. Sıra bize geldiğinde ise görevli arkadaşa planlarımızı anlattığımızda, o sert ifadeleri yokolup sohbet muhabbet moduna girdiler. Bana "oradan yalnız dönme, yedek kask mutlaka götür, bak seneye sana 2 kişilik vize vereceğim" gibi laflar etti. Ortam bir anda yumuşadı, hatta keyifli bir hal aldı. 7 günlük vize istediğim halde Barış'lara 2 aylık verdi diye bana da 2 aylık verdi. Ardından Turing'e gidip araçla ilgili belgeleri de halledip işimizin başına döndük.

16 Mayıs, 12:30 - Garanti Teknoloji otopark
Motorlarımızın son bakımlarını yaptık, çantalarımızı hazırladık, motorlarımıza taktık. Benim krom aksamım fazla olduğu ve motorumun her daim parlaması gerektiği için, tüm krom parçaları krom parlatıcıyla bir güzel sildim. Artık hazırdık.

16 Mayıs, 17:40 - Garanti Teknoloji otopark
Sonunda hareket ediyoruz. Sıkıcı ama yoğun akan bir trafik var, otobana girdikten sonrası rahat. Güzel bir tempoda Tekirdağ'a vardık Herşeyin ismi Namık Kemal, okul cadde sokak cami vs... Güzel güzel köftelerimizi (Burcu da güzel salatasını) yedik. Sonra tekrar hareket, sınıra kadar durmamacasına. Hava bu noktadan sonra oldukça soğudu. Ben içliğimi taktım, maskemi giydim, boyunluğumu geçirdim. Barış'lar da giyindiler.


16 Mayıs, 11:XX - İpsala sınır
Yurtdışına çıkan giren her tır şoförü gibi buradaki şoförler de oldukça sıcak ve arkadaş canlısı. Bir sohbet bir muhabbet, bir yardımseverlik. Bize hem sıra hem yol verdiler. Önce çıkış harcını yatırdık. Sonra triptik, pasaport ve bir dizi kontrolden sonra Türk sınırından çıktık. 4-5 noktada kontrol var, Yunan öyle değil. Sınırda bizden önceki arabada bir Türk bayan ve Yunan eşi vardı. Türk Polisi erkek olana "bir değişiklik var mı" dedi, eleman da "yok, henüz yok" diye cevapladı. Meriç'i geçerken, Yunan askerler bizi selamladı. Yunan sınırına vardık, Yunan polisi geldi pasaportlarımıza, yeşil kartlarımıza baktı. Nasilsiniz? dedi. İyiyiz, siz nasilsiniz dedik. Nereye gideceğimizi ne yapacağımızı sordu. Motoru gören Yunan zaten direk muhabbete giriyor. İçki sigara var mı dedi, yok dedik ve girdik Yunanistan'a...

17 Mayıs, 01:30 - Aleksandroupolis
Yaklaşık 1,5-2 saat yolculuktan sonra Aleksandroupolis'deki (Dedeağaç) otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk (Barış'ın GPS'i sağolsun). Girdik hemen yerleştik. Tatil boyunca kaldığımız en rahat otel buydu. (Park Otel, 40°50'44.35"N, 25°51'41.94"E). 19 Mayıs'ta Yunanistan'da güzellik yarışması olduğunu bu oteldeki televizyonda öğrendim. Çıkıp kısa bir Aleksandroupolis turu yaptık, benzincilerin gece kapattığını gördük.

17 Mayıs, 08:00 - Aleksandroupolis
Önce Aleksandroupolis'nin sahilini de görelim dedik. Baya güzel, denize girilebilir bir sahili var. Zaten millet giriyordu. Otelimize geri dönüp motorlarımızı hazırladık ve ver elini Selanik... Batı Trakya'da çok Türk var. Bir benzincide durduk, benzin satmama grevinin bitip bitmediğini uygulamalı olarak öğrenelim dedik, pompacı bir geldi, adam Türkçe konuşuyor. 34 plakalı iki araba daha yanaştı, dedim nasıl olur, oluyormuş. Selanik'e gidene kadar durduğumuz her yerde oldukça fazla Türkçe konuşan insan vardı.

17 Mayıs, 16:30 - Selanik
Selanik'e girişimizde, kırmızı ışıklarda durmuş bekliyoruz. Yanımızda birden bir cross motosikleti belirdi. Adam Burcu'nun elinde kamera olduğunu görür görmez tek teker oldu. Diğer kırmızı ışıklara kadar tek teker gitti, o kırmızı ışıklarda da ön tekeri indirip arka tekeri kaldırdı. Tam bir akrobat. Kendisi, Yunanistan'daki motosiklet çılgınlığının ilk işaretlerindendi.

17 Mayıs, 17:00 - Selanik - Türk konsolosluğu
Konsolosluğun yanında çok güzel bir kafe var ( 40°38'8.06"N 22°57'15.08"E). Oraya park edip soluklanalım dedik. Ben gittim Atatürk'ün evini gedim. Atamız beni girişte kapının eşiğine kafamı vurdurarak karşıladı. Ne hata ettim acaba diye düşünmüyor değilim hala. Müze ziyaretinden sonra ben de kafeye geldim oturdum. O gün Aris (Selanik takımı) ve Olimpiyakos'un maçları varmış, herkes sarı siyah Aris marşları söyleyerek sokaklarda geziyor. Biz de bu coşkuya kendimizi kaptırıverdik, ama kaderin ağlarını örmüş olduğunu nerden bilebilirdik?

17 Mayıs, 17:30 - Selanik
Egnatia, Selanik'in en işlek caddesi. Otel bulalım da yerleşelim dedik. Daha önceden birkaç otel vardı kafamızda. Gittik sorduk. Yer yok. Abartmıyorum, 30'un üzerinde otele girdik çıktık, yer yok. Sebebini ise sonradan öğrendik : Aris - Olimpiyakos maçı. Herkes Selanik'e akmış. Meğer stat da Egnatia'ya çok yakınmış. Tüm oteller dolu, 1 odacık bile yok. Sonunda, Kastoria isimli bir motelimside yer bulduk, siz sakın ha gitmeyin diye koordinatlarını veriyorum: 40°38'19.65"N 22°56'17.21"E. Aman diyim. Çok eski bir bina, okuldan bozma, iğrenç bir otel. Hayatımda kaldığım en en kötü oteldi diyebilirim. Yatağın içi bile pislik içindeydi. Sabaha kadar kabuslar gördüm, keza Barış da görmüş. Neyse otelimize yerleştik, bi Selanik turu yapalım dedik. Çıktık bir baktık, motosikletler arabalardan fazla. Bir kırmızı ışıkta 20 tane motosiklet duruyor, diğer ışıktan 30 tane motosiklet akıyor. Ve hepsinin egzosları açık, bas bas bağırıyor makineler. Dedim ki tamam, gece uyku yok bize. Bir de Aris yenerse, tam oluruz dedim ama allahtan 2-0 yenildiler de gece çok problem olmadı. Andreas isimli güzel ingilizce konuşan sıcakkanlı bir Güney Kıbrıslının çalıştığı bir yerde güzel bir yemek yedik ardından sahile indik. Sahil şeridi aynı İzmir kordon. Kafeler, restauranlar, barlar yanyana. Beyaz Kule'ye kadar gidip geldik iğrenç otelimize girdik yattık.

18 Mayıs, 07:30 - Selanik
Normalde 1 haftadan uzun şarjı giden telefonumun şarjının 2 günde bittiğine şahit oldum ve tabi ki şarj aletim yanımda değildi. Neyse ki vücut saatim çalıştı da kalkmamız gereken saatte kalktık. Hemmen toparlanıp o oteli terkedip motorlarımızı toparlayıp Atina'ya gitmek üzere ayrıldık. Yolda bir pastanede kahvaltı ettik. Otobana çıkmak için tüm Selanik'i tavaf ettik, süperdi gerçekten.

18 Mayıs, 11:00 - Airfotos Otoyolu
Atina'ya gidene kadar bir dünya gişe var devamlı birer ikişer euro alıyorlar. Ama motorlardan bazen almıyorlar. İlk gişelerden bir geçtik, kenarda eldivenlerimizi geri giyiyoruz, 10 civarı motorcu gelip yanımızda durdular. Hemen tanıştık kaynaştık, sohbet muhabbet. Barış'ın girmek istediği ama benim istemediğim virajlı yola girmememiz konusunda bizi uyardılar, viraj dönmekten Atina'ya saatler sonra varırsınız dediler, tamam dedik. Dağa çıkıyorlarmış, pırrrrrrr pırrrrr çıktılar vallahi bizi de çağırdılar da Atina'da beni bekleyen önemli bir hadise vardı : KISS konseri !

18 Mayıs, 18:XX - Atina - Omonia meydanı
Atina'ya girdik, Emre'yle (benim üniversitedeki oda arkadaşım - şu an Yunanistan'da araştırma görevlisi olarak çalışıyor) buluşacağımız yeri arıyoruz ama bilinçsizce. Bir motorcuyu çevirdik yoldan, adam ingilizce bilmiyor. Haritayı gösterdik, adam gibi gitmek istediğimiz yere kadar götürdü bıraktı. Çok hoş. Neyse Emre'yle buluştuk, onun tavsiye ettiği bir otele yöneldik. Exarhia denen, polisin falan giremediği, anarşistlerin bohemlerin hippilerin yaşadığı süper bir kurtarılmış mahalledeki Exarchion (37°59'10.17"N 23°44'3.21"E) adlı otelde kaldık. Otel çok güzel, tavsiye ederim. Mahalle sakinleri de gayet iyi. Otelin bitişiğinde de çok güzel bir kafeterya var. Sabah öğlen akşam orada yenebilir.

18 Mayıs, 19:30 - Terra Vibe festival alanı
Motorlar otele park ettim, çantaları odaya fırlattım ve Emre'yle beraber kutsal amacımıza doğru yöneldik. Konser mekanı şehrin 40 km dışında, nasıl gidileceği hakkında beni zaten geç, Emre'nin de fikri yoktu. Trenlerin oradan geçtiğini öğrendik, metroya binip gara gittik. Garda sorduk soruşturduk, aynı ilçeye giden bir trene bilet aldık, sonra başladık gezinmeye. Etrafta rocker tipli insanlar çoğalır oldu ve bir otobüsün etrafında yoğunlaşır oldular. Acaba dedik ve gittik otobüsün yanına. Şirince bir yaşıtımız muavin bayandan, otobüsün direk konser alanına (Terra Vibe - 38°13'53.02"N 23°48'15.57"E) gittiğini öğrenince, allah dedik. Tren biletlerini boşverdik ve kızla muhabbeti ilerltip bizi biletimiz olmadığı halde otobüse almasına razı ettik. Çok düşeş oldu, konser mekanına vardık ve biletlerimizi aldık. Azcık atıştırıp konser mekanına girdik. Muhteşem bir sahne şovu ve enfes bir konser izledik ve aynı otobüsle Atina'ya geri döndük. 24 saat açık süper restaurantlardan birinde yemek yedik, muhabbetin dibine vurduk ve ben otele dönüp yattım. O an, bir KISS konseri daha çıkartacak enerjiye sahiptim. 1200 km yol gel, hemen git konser izle ve zerre yorulma. Ama bunun acısı sonradan çıkacaktı...

19 Mayıs, 11:00 - Atina
Planımızda, Arkeoloji Müzesi, Akropolis, Lycabettus dağı ve sonrasında önümüze ne gelirse onu görmek vardı. Otelden çıktık, güzel kahvaltımızı ettik. Arkeoloji müzesi 13:00'da açılıyormuş, dönüşe kalsın madem diyerek elimizde harita o sokak senin bu sokak benim, Akropolis'e tırmandık. Çok etkileyici yapılar, fakat her yer şantiye binası gibi. Restorasyon son hızla ilerliyor ama yetkililere göre bitecek gibi de değilmiş. Akropolis ziyaretimiz ardından tekrar Emre'yle buluştuk ve kalan Atina turumuzda bize eşlik etti. Önce turistik mekanların olduğu güzel bir kebapçıda süper bir yoğurtlu kebap yedik, sonrasında da Emre bizi çok acayip bir meyhaneye götürdü, çok ara sokak bir yerde, sanki bir dükkan deposu gibi girişi olan iki kapılı bir han. Çok güzel bir yerdi, orada da şarabımızı içtik, şaraptaki fıçı tadını çok belirgin bir şekilde aldık. Sonra biraz dükkan gezip parlamento binasına vardık. Askerlerin nöbet değişimini izledik biraz keyiflendik. Ardından Lycabettus dağına çıktık ve Atina'ya, Atina'nın en yüksek noktasından baktık. Düzenli bir beton yığını. Akropolis'in ışıkları yanana kadar orada takıldık, ardından otelimize döndük. Yatağa giderken, topalladığımı hatırlıyorum. Ayaklarıma kara sula indi'nin bir atasözü değil de gerçek bir hadise olduğunu anladım.

20 Mayıs, 09:00 - Excharion oteli önü
Otelimizin önünde kahvaltımızı ederken, KISS logolu bir Vespa geldi durdu, bir adam indi, kahvaltısını aldı ve bizim yanımıza oturdu. Benim üzerimdeki KISS tshirt'ünü görüp hemen muhabbete girdi. 7 sene önce Yunanistan'a geldiğimizde, bize rehberlik eden Adnan diye bir arkadaşımın arkadaşı çıktı eleman. Dünya küçükmüş dedim. Akşam yağmur yağmıştı, motorum artık pırıl pırıl krom değildi. Gözyaşlarıma hakim oldum ve yola koyulduk. Selanik'e kadar tempolu bir şekilde aktık. Yolda bir molada, Bulgar doğumlu Selime adlı Türk bir garsonla tanıştık. Türkçe konuştuğumuzu görünce hemen yanımıza geldi. Nasıl özlediyse Türk'ü, Türkçe'yi, 2 saat muhabbet ettik. Şunu yiyin bunu yemeyin dedi, her yemeği bize vermedi mesela. Nasıl ye derim bunu benimle aynı dili konuşan insana dedi. Çok sevdik kendisini.

20 Mayıs, 18:00 - Selanik
Bu sefer, hedeflediğimiz Esperia (40°38'22.47"N 22°56'35.79"E) otelinde ilk deneyişimizde yer bulabildik. En üst katında kaldık, fena sayılmayacak bir Selanik manzarası var. Kastoria'dan sonra mükemmel geldi. Otelimize yerleştik, biraz dinlendik, o arada TV'de her kanalda Yunanistan'ın Eurovizyon'a katılacak sanatçısıyla ilgili haberler röportajlar falan vardı. Çıktık, 2 gece önce yemek yediğimiz yerde yemek yedik, garson Andreas bizi hatırladı, sohbet muhabbet etti yine. Aya Sofya'nın ve çeşitli kiliselerin kapalı hallerini gördük. Sonra otelimize gelip uyuduk. Şu ana kadar motosiklet kullanmaktan dolayı oluşan yorgunluk belirtisi çok azdı.

21 Mayıs, 08:XX - Selanik, Esperia Oteli önü
Yine her zamanki gibi çantalarımızı hazırlayıp yola koyulduk. Kaymak gibi yollardan süzüle süzüle Kavala'ya kadar geldik. Kavala çok şirin bir sahil kasabası. Bir restaurant görüp kenarına park edelim derken bir amca geldi, gelin gençler buraya park edin dedi. İsmini hiç öğrenemediğimiz bu amcaya ben nedense Kemal ismini yakıştırdım. Kavala doğma büyüme, İzmir'li anne babadan olma bir amca. Motorları park ettik ve biraz turistik mekan falan baktık. Bir şarapçı bulduk girdik tonla şarap aldık. Kemal abinin dükkanında yemeğimizi de yiyip, yolumuza koyulduk.

21 Mayıs, 17:00 - Alexandroupolis meçhul bir benzinci
Ben son yarım litre benzinimi yakarken karşımıza ilaç gibi çıkan bu benzincide durduk. Benzin alırken tonla eşyayla yüklü kocaman bir İngiliz plakalı motosiklet dikkatimizi çekti. Elemanla muhabbete girdik (Jon). İngiltere'den yola çıkmış, geze geze buraya kadar gelmiş. Türkiye'ye girecekmiş, Ege'den güneye inip, oradan Van'a kadar gidecekmiş. Sonra Ankara, Eskişehir ve 1 ay sonra nihayet İstanbul'a varacakmış. Vay be dedik ve Türkiye sınırına kadar beraber geldik.

21 Mayıs, 18:XX - İpsala
Son ucuz benzinimizi alıp, freeshop'un yolunu tuttuk. Burada, sanki aldıklarımız yetmezmiş gibi bir miktar daha alkol aldık. Jon'u sınırdan geçirip Gelibolu'ya yolladık. Tam pasaportları damgalatıyorduk ki, kan gövdeyi götürürcesine bir yağmur başladı. O noktadan hareket edemedik, yağmurun geçmesini bekledik allahtan 10 dkya geçti. Sonra işlemleri tamamlayıp Türk sınırına geçtik ve dünya değişti. Kaymak gibi yollar bir anda off-road ayarında yollara dönüştü, Yunanistan'daki motora ve genel olarak diğer sürücülere son derece saygılı sürücüler gitti yerine herkesin az çok aşina olduğu ayarda insanlıktan uzak sürücü müsfeddeleri geldi. Bir anda tüm mentalite değişti. 5 gün boyunca attığım tüm stresi 4 saatte geri yükledim ve 21:30 gibi tekrar Garanti Teknoloji otoparktaydık. Bu noktada iflas ettim işte. 10 metre daha motosiklet kullanacak halim yoktu. Taksiye binip eve gelip kendimi önce duşa sonra yatağa attım.