Translate

2 Kasım 2013 Cumartesi

Tüm Doğu Karadeniz ve Batum


13 Ekim Pazar, Trabzon - Artvin: 
Beklenen Pazar günü gelip de henüz hava aydınlanmadan havaalanına vardığımda, korktuğum kalabalık yoktu. Geçen bayram kalabalık yüzünden uçağa ucu ucuna yetişmiştim. Bu bayramda içeri giriş ve checkin toplam 10 dakika sürdü. Kusursuz bir uçuşun ardından Trabzon kapalı bir havayla beni karşıladı. Havaalanında Bukla tur ararken, logosu Bukla'ya çok benzer başka bir turizm şirketinin bankosundaki insanlar tur nerede toplanacak, tüm Doğu Karadeniz ve Batum turu yok mu hani gibi sorularıma anlamsız bakışlarla karşılık verdiler. Kafamı bir kaldırdım ki bambaşka bir dünyadalar abiler.

Havaalanın dışında oturup telefon beklemeye başladım. 10 dakika sonra telefonum çaldı ve telefonun ucundaki ses Yalçın'dı.

Grupla buluşup diğer insanların da gelmesini bekledik ve daha sonra gelecek olan iki kişiyi daha sonra almak üzere yola çıktık. Henüz kimse birbirini tanımıyordu ve herkes sessiz sakindi. Kimse önümüzdeki günlerde oluşacak uyumu tahmin etmiyordu.

İki eksiğimizle beraber camiye dönüştürülen Ayasofya Kilisesini ziyaret ettik. Kilisenin içinde ve dışında fotoğraflar çekip hemen yanıbaşında bulunan çay bahçesinde hafif bir kahvaltı yaptık. 

Sonrasında tekrar havaalanına gidip Ankara ve İzmir'den gelecek olan arkadaşlarımızı beklemeye başladık. Ankara'dan gelecek olan arkadaş hemen geldi, fakat İzmir'liyi yaklaşık bir saat daha bekledik. Beklenen arz-ı endamla birlikte grup tamamlanmış oldu. Hedefimiz Sümela Manastırı idi.

Yoldan bize Sümela'yı anlatacak rehberimizi de aldıktan sonra Maçka üzerinden manastıra doğru yollandık. Yolda bir noktada durup manastırı uzaktan fotoğraflama şansımız oldu. Bu nokta, daha önceden hep manastırın fotoğraflarını ve videolarını gördüğüm nokta idi. Görünce işte burasıymış dedim. 


Manastırı ziyaret edip içini detaylıca gezip dinledikten sonra karınlar feci acıkmıştı. Soluğu meşhur Nihat Usta'da aldık ve çorba, Akçaabat köftesi ve laz böreğinden oluşan menümüzü 5 dakika içinde tükettik. Daha ilk günden mutfak konusundaki büyük vaatlerini yerine getireceğini belli etmişti Karadeniz.

Yemekten sonra yola çıktık ve yaklaşık 3 saat süren bir yolculuk sonrası Artvin - Hopa'daki otelimize vardık. Otel iyi güzeldi fakat benim odamda duşta bir sorun vardı, tüm suyu banyoya tahliye ediyordu. 2 gün toplam 4-5 kez söylememe rağmen yapmadılar. Sağlık olsun. Ben de onları janjanlı oda anahtarımı teslim etmeyi unutarak cezalandırdım.

14 Ekim Pazartesi, Artvin:
Sabah kahvaltısının ardından yola koyulduk. Hopa'dan çıkıp, Cankurtaran geçici - Borçka üzerinden Karagöl'e ulaştık. Karagöl, ziyaret ettiğimiz yerler arasındaki en güzel yerlerden biriydi. Gölün etrafını yaklaşık 1,5 saatlik bir yürüyüşle dolaşıp başladığımız yere vardık. Herhalde en çok fotoğraf çekilen yerlerden biri burası oldu. Gerçekten buranın her yeri daha bir tablo.


Karagöl'den sonra Camili köyüne vardık. Köyü ve camiyi gezdikten sonraki durağımızsa Maral Şelalesiydi. Muazzam büyüklükteki şelaleyi hem yukardan hem de dimdik patikadan dibine kadar inerek altından fotoğrafladık. Heybetli şelalenin dibinde fotoğraf çekmek sıçrayan sular yüzünden çok zordu. 


Karınlar feci acıkmıştı fakat bizi öyle güzel bir ödül bekliyordu ki... Sevda Abla'nın mekanına konuk olduk ve sıcacık ev ortamında, muazzam manzaraya baka baka, enfes yemekleri lüplettik. Ardından da ister manzaraya bakarak köpeklerle boğuşup, isterse içerde sobanın karşısında çaylarımızı içtik. Grup artık iyice samimileşip kaynama noktasına ulaşmıştı. Sevda Abla'nın misafirperverliğiyse çok ciddi boyutlardaydı. Evde olmadığım kadar rahat oldum şahsen, keza grup da öyleydi.

Hopa'ya geri dönüş yolumuzda ise karşımıza çıkan sis ve kar bizi korkutmuştu ancak Necip abi için bu yollar çocuk oyuncağıydı. Bizse bunu daha sonra anlayacaktık. Hopa'ya vardıktan sonra ise geceyi keyifli bir sofra ve muhabbet ile sürdürüp, ardından da banyonun içine akan  (sonradan öğrendim ki bunu yaşayan tek ben değilmişim) duşla noktalardım.

15 Ekim Salı, Batum - Ayder:
Bugün Batum günü. Aynı zamanda bayramın birinci günü. Sabah kahvaltısının ardından bavullarımızı toplayıp lobiye bıraktık ve Gürcistan'a doğru yola çıktık. Yolda herkes sevdikleriyle bayramlaştı. Bense sırf artizlik olsun diye Gürcistan'a geçtikten sonra manuel olarak Türkiye operatörünü seçip öyle bayramlaştım. 

Gürcistan'a geçerken nüfus kağıdından başka bir şeye ihtiyaç yok. Fakat nüfus kağıdının temiz olması gerekiyor. Yırtıklık, solukluk veya leke varsa problem çıkabiliyor. Bir arkadaşımız sadece bu yüzden girerken oldukça zorlandı. Fakat Yalçın'ın da yardımlarıyla yaklaşık 45 dakika sonra Gürcistan'a geçebildiler.

Burada bizi Gürcü rehberimiz İamze karşıladı. Batum'la ilgili detayları dinleye dinleye botanik parkına ulaştık. Burada çok çeşitli ağaçları ve envai yeşilliği gördükten sonra sahil yolundan Batum şehir merkezine ulaştık. Yemek için gittiğimiz ahşap restoranda bizi geleneksel Gürcü dansından oluşan kısa bir şovla karşıladılar. Yemekleri ve şarabı enfes olan bu restorandan çıktıktan sonra şehir merkezinde yürüyerek Batum sokaklarını gezmeye başladık. 


Kiliseler, muhteşem tiyatro binası, şık oteller, ters duran restoran, altın post heykeli ve park gibi yerleri görüp, alışveriş yaptık. Hava pırıl pırıl ve sıcaktı. Batum da günbatımını izlemek için harika bir yer. Muazzam kareler vere vere uğurladı bizi Türkiye'ye.

Sınırdan geçtik ve Ayder'deki otelimize uzun bir yolculuk sonunda ulaştık. Odalara yerleşmenin hemen ardından yemek saati gelmişti. Oberj'deki ortam ev gibi. Yemeğe katlara çıkılıp seslenilerek çağırılıyor insanlar. Enfes yemekler ve tatil boyunca yiyeceğim en güzel laz böreğini (Zeki Usta'nın hünerli ellerinden) yedikten sonra kapının önündeki çardakta içkilerimizi yudumlamaya başladık. Çok keyifli bu gecenin sonunda odama duşun hayaliyle döndüm fakat daha odama girerken otelde komşu odalar arasında sesten ötürü bir takım huzursuzluklar olduğunu farkedip duş fikrimden vazgeçip hemen yatağa girdim.

16 Ekim Çarşamba, Ayder:
Sabah kahvaltımızın ardından kumanyalarımızı hazırlayıp yola çıktık. Bugünkü rotamız Avusor'du. İsmi çok karizmatik olan bu yaylaya araçla gidip göle yürüyerek devam ettik. 2 saatin üzerinde süren ve grubumuzdaki birkaç kişiyi zorlayan bu yolun sonunda bizi muazzam bir manzara karşıladı. Bu göl, turda gördüğüm en güzel manzaralardan biriydi. Necip abi de tabi ki aracı bırakıp bizden önce ulaşmıştı bile göl kenarına. Gölün büyük kısmı donmuştu, üzerinde yürüme ve yoga yapma imkanımız oldu. Biz ful ekipman olmamıza rağmen birkaç zaiyatla göle çıktık, dinlenip yemeklerimizi yerken; kot, gömlek ve kösele ayakabı gibi günlük kıyafet giymiş yerel trekçiler geldiler ve gölün üzerinde kırdıkları bir buz kütlesiyle maç yaptılar. Resmen bizimle dalga geçer gibiydiler. Dönüş yolunda da biz karların içinde bayır aşağı yardırmaya çalışırken abiler yanımızdan uçarcasına geçtiler. Hiç ekipmansız, sanki normal yolda yürüyor gibiydiler. Hedefimize vardığımızda ise çoktan varmış olan bu abiler tarafından karşılandık.


Dönüşte bir kısmımız otele 1-2 saatlik bir mesafe kala araçtan atlayıp Oberj'e ormanın içinden yürüyerek ulaştık. Otele vardığımızda da kendimi 2 gündür özlemini çektiğim duşa atıverdim. 

Akşam yemek sonrası avluda tulum eşliğinde horon oynadık. Ben bile katıldım ve öğrenmeye çalıştım. Horon sonrası her zamanki gibi çardağımızda demlenip muhabbet edip huzur dolu uykumuza daldık.

17 Ekim Perşembe, Ayder:
Bugünkü hedeflerimiz sayıca biraz fazla. Kahvaltıdan sonra yola çıkıp Fırtına Vadisi üzerinden önce  Palovit şelalesini ziyaret ettik. Araçla şelalenin dibine kadar girebildik. 


Şelale sonrası durağımız Zil Kale idi. Çok güzel bir konumda bulunan bu kaleden çok hoş fotoğraflar çekilebiliyor. Kaleden sonra da karşı tepede bulunan konakları ziyaret ettik ve bir tanesinin içine girebildik. Bu konakların manzaraları da gerçekten çok iyiydi. 


Konaklardan sonra Sevdaluk dizisi için restore olan Çinçiva köyündeki kahvede dereye nazır çaylarımızı içtik. Ardından yine yakınlarda olan Sini Cafe'de Filiz ablanın ellerinden çok lezzetli yöresel öğle yemeğimizi yedik ve bir sonraki aktivite için hazırdık: rafting ve zipline.

Rafting için araçla daha yüksek bir yere çıktık ve bıraktık kendimizi buz gibi sulara. Tabi ıslana ıslana bata çıka parkurun bitimine ulaştığımızda tir tir titriyorduk. Buna grubumuzdaki kızların yedek çamaşır getirmeyi unutmaları da eklenince, yapılacak tek bir şey vardı: Çamlıhemşin'den yöresel etek satın almak! Kızlar bu eteklerle çok şık oldular :)

Ayder'e geri dönünce ise hemen kendimizi sıcak duşa attık. Yemekten sonra ise Ayder'deki artık turistik bir caddeye dönüşmüş olan yoldan aşağı doğru hediyelikçilere baka baka indik. Biz dükkanlara bakarken, ilerden birinin bize seslendiğini gördük, bir baktık ki Necip abi bizi çağırıyor. Bu çağrıya kulak verdik ve içerde bir kemençeci dayı, karşısında Yalçın, Hemşin Yaylaları'nı söylüyor. Biz de hemen katıldık tabi. 

18 Ekim Cuma, Ayder:


Bugünkü parkur zorlu. Ama bizim için değil, araç için :) Ayder'den Çinçiva'ya kadar Necip abiyle gidip orda komple unimog'a transfer olduk. Yalçın'la biz tabi ki aracın tepesindeki kasada gittik. Pokut - Sal yaylalarına varınca, yabanmersinlerini kopartıp yiyerek yaptığımız kısa bir yürüyüşle yemek yiyeceğimiz bölgeye ulaştık. Ahşap evlerle dolu bu iki yaylada elektrik kabloları bile yerin altında. Etrafı da ormanla çevrili. Dolayısıyla muhteşem kareler sunabiliyor. Biraz etrafta serseri mayın gibi dolaştıktan sonra mangal hazırlıkları başladı. Resmen ailecek pikniğe gitmişiz gibi. Herkes işin bir ucundan tuttu, salatalıklar domatesler doğrandı, mangal yakıldı, sucuklar tavuklar pişirildi, patatesler biberler közlendi ve hepsi bir güzel mideye indirildi. Ardından sıra Yalçın'ın büyük sürpriz tatlısına gelmişti. Alüminyum folyonun içine bir kutu helva dağınık vaziyette boşaltılır, üzerine muzlar ince dilimler şeklinde doğranır ve en üstüne de şokella dökülür ve zarf gibi kapatılır. Ardından mangala verilir ve müthiş bir lezzet elde edilir. Bu leziz tatlıyı da mideye indirdikten sonra Pokut Yaylası'nın etrafında 2 saatlik bir yürüyüş yapmak gibi bir maceraya giriştik. Parkur çok kolay olmasına rağmen bizi yordu çünkü yemeğin hemen ardından yürüyüşe geçmiştik. Unimog'a ulaşıp atladık (tabi ki ben ve Rasim kasada) ve tekrar Çinçiva'ya geri döndük. Kahvede tekrar çaylarımızı içip Oberj'e geçtik. Yolda bir gün erken dönecek olan Mehmet Ali'yle Filiz'i Havaş'a transfer ederken ayrılığın ufak bir demosunu yaşadık. 


Duş ve yemekten sonra çardakta biraz demlendikten sonra Ayder'in aşağısında başka bir mekana gidip eğlenmeye orada devam ettik. Sahnede söylenen şarkılara eşlik ettik, horona katıldık, yan masalarla atıştık, yani çok keyifli son bir akşam geçirdik.

19 Ekim Çarşamba, Ayder - Rize - Trabzon - İstanbul
Bugün son gün. Karadeniz bile bu muhteşem grubun burada son günü olduğunu anlamış ki hüngür hüngür ağlıyor. 

Yağmur dolayısıyla Rize Botanik'i gezmekten vazgeçip Rize bezi fabrikasını gezdik. Uzungöl'e yakın İnan Kardeşler'de yedik ve şömine kenarında çaylarımızı içtik. Herkesin içinde bir mutsuzluk, suratlarda hüzün vardı.

Sonra uyuya uyuya Trabzon'a geçip Boztepe'e çıktık. Boztepe'de bir çay bahçesinde çay içtik. Öyle bir tesisti ki ön tarafında deniz manzarası, arka tarafında orman manzarası. Ama iki taraf da tablo gibi, fakat son derece gerçek. İşte böyle bir yer karadeniz.

Boztepe sonrası durak havaalanıydı. Dönüş bileti bir gün sonra olan Aslı dışında hepimiz havaalanında indik. Yağmur altında ayrılış nispeten kolay oldu, buğulu gözlerimiz yağmurda pek belli olmuyordu.

Rüya gibi olan bu turu böyle sonlandırdık. Bu turda bir aile gibi hissetmemizi sağlayan diğer tur arkadaşlarıma, Necip abi'ye ve Yalçın'a çok teşekkür ederim. Hayatımda yaptığım en güzel 3 tatilden biri bu oldu. Ve tabi ki Karadeniz. Anlatmakla bitmez, yaşamak lazım diyorum...

İyi ki yapmışım.

Karadeniz Notları:
  • Oberj'deki odamın penceresinde bir örümcek ağı vardı. Adeta bir sanat harikasıydı. Ama onunla uyuyamazdım. Dolayısıyla ağı toplayıp yattım. Ertesi sabah ağ aynen duruyordu. O akşam bozdum, gene yaptı. Gene bozdum, gene yaptı. Gidene kadar, her akşam bozdum, her sabah yaptı. Ve muhtemelen geceleri odadaki diğer  yatakta yatıyordu.
  • Oberj çok acayip bir tesis. Anlatılmaz yaşanır :)
  • Rize bezi fabrikasındaki görevli kız Laz şivesiyle İngilizce konuşuyordu. I could give you this diyecek I kud cive yu cyis dedi.
  • Yıllardır canlı ve yerinde dinlemenin özlemini çektiğim Karadeniz müziklerine kavuşmak beni benden aldı. 
  • Karadeniz'deki samimi tabelalardan bazıları:
    • Tost bulunur, kalmamış da olabilir.
    • Köpek bozuk olabilir gelirken ıslık çal.
    • Çalışma var dolayısıyla özür dileriz.
    • ... tesisleri 100 metre geride.

Karadeniz sen nasıl bir büyülü bir rüyasın ya? Kimle konuşursam bakıyorum aynı etkiyi yapmışsın üzerinde. Üstelik sadece biz değil, daha önce seni ziyaret edenler üzerinde de aynı etki hala var... Benden silinir mi?

1 Eylül 2013 Pazar

Madrid - Barcelona 2013

22 Haziran, Cumartesi, Madrid:
Gereksizce uzayan vize işlemleri, her zamaki gibi birkaç kişinin birden işinin benim üzerime kalması derken, 22 Haziran günü geldi ve kendimi İspanya'da buldum. Uçuş genel olarak sorunsuz ve hızlı oldu. Checkin'di, pasaporttu falan gereğinden hızlıydı. Madrid'e ulaşınca ilk işim başka terminalde olan metroyu bulmak oldu. 3 aktarma yaparak Anton Martin durağına ulaşmaya çalışırken, Chamartin durağına gitmek isteyen Alman bir bayana yardım bile ettim. Bunda tüm Madrid ve Barcelona ulaşım ve gezi haritalarını ezberlemiş olmamın payı büyüktü.

Anton Martin durağından indikten sonra ilk acemilikle 50 metre ileride olan oteli yaklaşık yarım saat aradım. Good Maps uygulamasının çok ani cevaplar veremediğini de böylece test etmiş oldum. Otele (Hotel Miau) yerleştikten sonra kısa bir dinlenmenin ardından hemen otelin arka tarafında bulunan Santa Ana meydanına attım kendimi ve muhtemelen oranın en ama en kötü restoranını seçtim öğren yemeği için. İnsanlar ingilizce bilmiyordu. Tarzanca aramızda şu diyalogun geçtiğine inanmıştım:

- Burada yeniyim, ne yenir öğlen yemeği olarak güzel şöyle doyurucu, çok açım zaar!
+ Bak şimdi sana karışık tapa'lar getireceğim, buranın yerel halkının en sevdiklerinden ortaya karışık. Tamam mı cano?
- Tamam kanka ayarla bir şeyler!
+ Sen merak etme!

Halbuki diyalog şu şekildeymiş:
- Ne vericen bana?
+ Ne vereyim abime?
- Little little into the middle?
+ Bana bırak!

Bu bana bırak'ın ardından gelen yemek, içinde herşeyin olduğu bir işkembe çorbasıvari yemek oldu. Hayatımda yediğim en berbat şeydi büyük ihtimalle. Böyle içinde işkembeler var, etler var, havuç var, ne ararsan var!.. Yarısını yiyebilip, aç olarak kalktım. Daha sonradan gerçekleşecek olan, "burada kesin bizi McDonalds paklayacak" şakasını yaptım kendi kendime.

Bir sonraki hedef La Caixa makinelerinin birinden Santiago Bernabéu giriş biletimi almaktı. La Caixa'dan internetten alışveriş yaparsanız, kesinlikle sanal kart kullanmayın. Yoksa benim gibi makineden kart geçirerek biletinizi yazdırma aşamasında kalakalırsınız. Üstelik ben bu La Caixa'ları içinde insan bulunan gişe zannetmiştim, meğer bildiğin ATM'ymiş. Sonuç olarak Gran Via'da bir aşağı bir yukarı turladıktan sonra biletimi yazdıramayıp stada gitmeye karar verdim. Stadın gişesindeki kızlara bir bir anlattım, dedim ki biletimi internetten aldım ama La Caixa'larda yazdıramadım, sanal kartla almıştım, aha mail burada, bana lütfen biletimi verir misiniz? Birkaç telefon görüşmesinin ardından "buyrun biletiniz" cümlesi ile mutlu edildim. Bernabéu turu genel olarak iyiydi. Güzel bir stat. İçeride Türk bir aile de buldum, bir süre onlarla takıldım, keyifliydi.


Turun ardından tekrar otel bölgesine geri dönüp Sol civarında diğer arkadaşlarımla buluştum. Boğa güreşi biletlerimizi alıp, soluğu Mercado de San Miguel'de aldık. Tapas'ın dibine işte burada vurulur. Her dükkandan 2-3'er tapas yiye içe karnımızı doyurduk. Bu market bence Madrid'in en görülmesi gereken yerlerinden biri. Her an karnınızı burada doyurabilirsiniz.

Gecenin ilerleyen saatlerinde mağaraya benzeyen (cava) barlarla dolu Cava Baja'da takıldıktan sonra birkaç club'ı kolaçan ettik. Şahsen çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Daha iyilerini görmüştüm, kaçırdığım birşey yok diyerek İspanya'daki ilk uykuma daldım.

23 Haziran, Pazar, Madrid:
Otelin dandik kahvaltısından sonra Madrid müzelerini gezmek için vurduk kendimizi sokaklara. Thyssen-Bornemisza ve Prado müzelerini gezdikten sonra öğlen yemeği için Madrid ara sokaklarına daldık. Yemekten sonra Reina Sofia'yı da gezmeye niyetlendik ama halk günü olduğu için kuyruk devasa boyutlara ulaşmıştı, başka bir güne bıraktık.

Müzelerden sonra Retiro Park'a güneyden giriş yaptık. Çok büyük bir park. Ortasına kadar geldiğimizde bile ayaklarımıza kara sular inmişti. Retiro Park'ın ortasında bile affetmedim, yogamı yaptım, tepetaklak esnek fotoğraflarımı çektirdim. Hava çok sıcaktı yalnız bugün, parkın ortasındaki şahane güzellikteki gölde tekne kiralayıp gezme işini bu yüzden yapmadık ama normal bir mevsimde gidildiyse gayet yapılası bir aktivite.


Retiro'dan çıktıktan sonra Sol meydanına arkadaşlarla buluştuktan sonra güzel bir kafede Sangria içtik ve boğa güreşi için Ventas'a geçtik. Boğa güreşi hakikatten çok vahşi bir olay. Meraktan gittim ama içim bir acayip oldu, pişman oldum, keza diğer arkadaşlar da aynı şekilde hissetti. Avrupa Birliğinin ortasında böyle bir aktivitenin serbest olması hakikaten garip. Şovun başında boğalar tarafından havaya fırlatılan bir iki matador bizi keyiflendirmesine rağmen, kaçınılmaz final hepimizi üzdü.

Boğa güreşi sonrası akıllanmamış gibi, Hard Rock Cafe'ye geçip et ağırlıklı yemeklerimizi yedik. Bu kadar aktiviteden sonra otele sürünerek döndüm. Otelde ise kağıt gibi duvarlar nedeniyle civar odalardaki tüm bağırış çağırış odamdaydı. Uyumakta zorlandım ama bundan ötürü otel yorum sitelerinde benden nasibini aldı.

24 Haziran Pazartesi, Madrid:
Sabah erkenden kahvaltımı edip hava çok ısınmadan birkaç yer görmek için attım kendimi dışarı. Royal Palace'ın etrafını gezdim, oradan da Plaza de Espana'ya geçtim. Burada kocaman bir Cevantes heykeli var, çok güzel. Ardından Gran Via'yı boydan boya bir kez geçtim.

Öğlene doğru otele geri döndüm ve şirketin ayarladığı diğer otele (Hotel Catalonia Plaza Mayor) geçiş yaptık. Bu otel, Miau'ya göre tabi ki süperdi. Odam ise müthiş bir süitti. Burada geçireceğim 5 gün gerçekten çok keyifliydi.


Otelden çıkıp öğlen yemeği için La Latina'daki Sushi Club'a gittim. Kaliteli hizmet, lezzetli yemekler ile karnıı doyurdum. Yemekten sonra Gran Via'yı dik kesen Fuencarral ve Hortaleza caddelerini kolaçan ettim. Biraz alışveriş yaptım. Otele geri dönüp duş yapıp dinlendikten sonra akşam için hazırdım.

Genel müdürümüzün de katılımıyla, önceden rezervasyonunu yaptığımız tapas turu için hazırdık. Tur kapsamında birçok bar ve restoran gezip çeşit çeşit tapaslardan tattık. Arada bir sonraki gün tüm kadronun tamamlanmasıyla gerçekleştireceğimiz yemek için dünyanın en eski restoranı olan Botin'e rezervasyon yaptırdık. Bu tapas turunda sangria ve tapas'ın dibine vurduktan sonra her yurtdışı gezimde olduğu gibi sürünerek otele dönüp zar zor yatağa girdim.

25 Haziran, Salı, Madrid:
Bugün eğitim başlıyor. O yüzden erken kalkıp 7:30'da kahvaltımızı bitirdik. TechEd'in yapılacağı Ifema binasına doğru yola çıktık. TechEd gerçekten büyük, görkemli bir organizasyon. Sevdim. Güzel session'lar, kaliteli keynote(lar) gördük. İlk günün gazına kendimizi o session'dan bu session'a atarak geçirdik.

Eğitimden sonra duşlarımızı aldık, cicilerimizi giydik ve soluğu dünyanın en eski restoranı olan Botin'de aldık. Gerçekten çok eski ve tarihi bir restoran. Ancak yemekleri süper. Çok leziz. Yemeklerimizi keyifle yerken arka masaya 3-4 tane rockçı abi gelip oturdu. Kendilerine dikkat ettim, yarınki konserde sahne alacak gruplardan birileri mi diye ama anlayamadım. Yarın göreceğiz bakalım.

Botin sonrası kendimizi tekrar San Miguel'a attık. Dün içtiğimiz şahane mojito'ları aldığımız yere gittik fakat yeni barmaid'imiz olan Rosa, mojito'yu dünkü arkadaşı kadar iyi yapamadı. Biraz sohbet muhabbet dondurma ile günü sonlandırdık.

26 Haziran, Çarşamba, Madrid:
Bugün Def Leppard, Whitesnake, Europe günü. Eğitim bittikten sonra otele gelip üzerimi değiştirip konser mekanına geçtim. Metro komple rockçıydı klasik, çok güzeldi. Yalnız konsere erken gelmişim. Konser mekanı arena gibi birşey, ve etrafı çok kalabalıktı. Yemek yiyecek bir yer aradım ama hiçbir yeri gözüme kestiremedim. Her yer alelacele yemek yiyen rockçı kardeşlerimle doluydu. Ben ne yaptım, soluğu Burger King'de aldım. En azından klimalı ortamda sakince yemeğimi yedim ve konser mekanına girdim. İçersi çok kalabalıktı. Sahneyi soldan gören bir bölgede kendime yer buldum. Europe çok iyiydi. Bu adamların performansla yaşları arttıkça daha da artıyor. Whitesnake'in yarısını bira kuyruğunda geçirdim, Def Leppard'ı da bise kadar keyifle izleyip, izdihama kalmamak için kendimi dışarı attım. 


Tekrar Cava Baja'ya döndüm ve bir barda bizimkileri bulup bir süre onlarla takıldım. Herkesin farklı bir bölgeye yönelmesiyle sonlanan geceyi bense otele kadar yürüyüşün ardından sonlandırdım.

27 Haziran, Perşembe, Madrid:
Bugün eğitimden sonra geçen gün gezemediğimiz Reina Sofia müzesini gezdik. Beni çok açmadı. Müzede ilgimi çeken tek şey, Picasso'nun Guernica'sı, ve Dali bölümüydü. El Espejo'da keyifli bir akşam yemeğinin ardından ünlü Giangrossi'de dondurma yiyelim dedik. Hiç methedildiği kadar yok. Garsonlar İngilizce bilmedikleri gibi, ilgilenmiyorlar da müşteriyle. Üstelik bir de İspanya - İtalya maçına denk geldik, iyicene ilgilenmediler. Zar zor bir dondurma alabildik, o da bir halta benzemiyordu zaten.

28 Haziran, Cuma, Madrid, Barcelona:
Bugün Barcelona'ya gidiş günüydü. Eğitimde sadece 1 derse girip geri döndüm. Otele dönüp eşyaları toparladım ve Madrid'deki son yemeğimi yemek üzere La Latina bölgesine geçtim. Gitmişken bir iki bazilika gezeyim istedim ama kapalı olduklarını görüp en yakın restorana attım kendimi. Güzel bir yemeğin ardından otele geri döndüm ve ayrıldım. Renfe için gara gittim. Otelden çok yakınmış, 1 durak ve direk garın içine çıkıyor metro. 300 km hızla giden trenle saniyesi saniyesine 21:15'te Barcelona'ya ulaştım. Garda Zeynep beni karşıladı ve kalacağımız otele geçtik. Flor Parks Hotel, La Rambla'nın göbeğinde. Yeri harika fakat Madrid'de şirketin ayarladığı otelden sonra attan inip eşeğe binmiş gibi geldi haliyle. Otele eşyaları bırakıp hemen fırladık sokağa. Columbus heykeline kadar gidip, oradan Meramagnum'a geçtik. Oralardaki restoranları Zeynep beğenmedi ve dönüp La Rambla üzerinde bir yerde karnımızı doyurduk. Bugün yolculuklar bizi yormuştu ve otelimize girip ilk Barcelona gecemizi sonlandırdık.

29 Haziran Cumartesi, Barcelona:
Bugün güneybatı. Columbus heykelinde bir sürü fotoğraf çekerek güne başladık. Palau Güell'i gezip birkaç alıştırma yaptıktan sonraki durak Montjuic kalesiydi. Parallel durağından fünikülerle, teleferiğe binilecek yere geçip oradan teleferikle kaleye çıktık. Kaleden şehre yukarıdan paranomik bakışlar attık. Sonra kalenin hemen kapısının önünden kalkan belediye otobüsüne binip şirin bir köy şeklinde dizayn edilmiş olan Poble Espanyol'u gezdik. Yemeği de burada yedik, lezizdi. 

Sonra şehre inip Museu Nacional d'Art de Catalunya'yı (Katalonya Ulusal Müzesi) gezdik. Bu bölge harika. Müzenin önünden Plaça d'Espanya'ya kadar olan alandaki görsellik müthiş. Peyzaj muazzam. Haftasonları bu bölgedeki havuzda akşamları saat başı ışıklı su gösterisi de oluyor. Biz de akşam tekrar gelmek üzere buradan ayrıldık ve arada Camp Nou'yu gezelim bari dedik. Fakat stada ulaştığımızda tam da o gün statta olacak bir konsere denk geldiğimizi farkettik ve yarın gelmek üzere merkeze geri döndük.



Otelde biraz dinlenip duş alıp ışık gösterisi için Plaça d'Espanya'ya geçtik, orada gay pride'a denk geldik. Çok renkli, festival havasında bir organizasyon. Canlı performanslar var, müzik var, fuar alanları var, çok nezih ve klas bir ortamdı. Her tip insan bir aradaydı. Bizse biraz ortamı kolaçan edip, ışık gösterimizi izleyip yemek için Eixample bölgesine geçtik. Burası Barcelona'nın Nişantaşı'sı. Hoş bir yemeğin ardından Casa Batlló gece nasıl gözüküyor diye bakmaya gittik. Basit bir ışıklandırma ile bu harika yapı görsel bir şölen sunmuş resmen. Hayran vaziyette ayrıldık ve giderken de dedik ki "geri döneceğiz Batlló...".


30 Haziran Pazar, Barcelona:
Bugün gezimize Frederic Marès müzesiyle başladık. Küçük fakat zengin bir müze. Oldukça fazla parça var. Barcelona Cathedral'ini gezdikten sonra dışarıda bir tür halaya denk geldik. Çok yavaş bir müzik eşliğinde aheste ahesste oynanan ve genellikle yaşlı insanların yer aldığı bir tür halay. İlginçti. 

Buradan sonra muazzam tavanıyla ünlü Palau de la Musica'ya geçtik. Bir saat gibi bir sıranın ardından içeri girebildik. İçeride küçük bir de dinleti oldu. Bina muhteşem. Her yerinden detay fışkırıyor. Burada gerçek bir opera izlemek isterdim. 


Sonra bu şehrin de zafer takını görelim dedik ve Arc de Triomf'a gidip bol bol fotoğraf çektik. Champs Elysses'deki kadar olmasa da güzel hoş bir tak. Ardından Barcelona'nın olmazsa olmazı Gaudi şaheserleri Casa Batlló ve Casa Mila'yı görüp gezip, Camp Nou'ya geçtik. Bernabeu'ya göre çok daha tıfıl bir stat. Bir kere çok eski, geliştirilmemiş. Dünkü konser yüzünden çimlere de inemedik, nedenini anlamadığım bir şekilde Barcelona'nın soyunma odasına da sokulmadık. Beğenmedim Camp Nou'yu.

Otele geri dönüp duş alıp Los Tarantos'ta flamenko izlemek üzere çıktık. 30 dakikalık seanslar halinde olan bu gösteriyi çok beğendik. Flamenko beni zaten eskiden beri derinden etkiler. Dansçıların yüzlerine bakmak bile acı çekmem ve keyif almam için yeterlidir. Buna o tutku dolu hızlı ve sert dans ve müzik de eklenince tadından yenmedi.

Yemeği portta yiyelim dedik ama deniz kenarı restoranlarını beğenememe sendromunu bir kez daha yaşayıp yine gelip La Rambla'da yemek yedik. Ardından çok dandik bir yerde dandik bir kapuçino içip otelimize döndük.

1 Temmuz Pazartesi, Barcelona:
Bugün alışveriş günüydü. Barcelona'daki dükkanlar diğer şehirlerdekinden daha da rahatlar. Kapıda açılış saati 10:00 yazıyor adam 11:30'da açıyor mesela, 12:30'da da kapıyor sonra 16:00'da tekrar açıyor. Sonra da ağlıyorlar satışlar kötü diye. 

Önceden not ettiğim dükkanlardan ulaşabilip de açık bulduklarımızdan çeşitli alışverişler yapıp aldıklarımızı otele taşıyıp durduk bütün gün. Yolda birkaç kilise de gezmeyi ihmal etmedik. Escriba diye çok övülen bir çikolatacı - kafe gibi dükkana oturduk, oldukça uzun bir süre kimse bizimle ilgilenmeyince kalkıp gittik. Tekrar belirtiyorum, aşırı rahatlar. Korkutucu derecede.

Biz de Mercat de La Boqueria'ya yani La Rambla'nın ortasındaki meşhur meyve pazarına gidip dilimlenmiş meyve salatalarına doyduk. Gerçekten çok taze ve lezzetli tropikal meyveler var. Marketin geneli de fotoğrafik olarak hoş ve de keyifli, sıcak.


Akşamki plan ise geçen sene Paris'te buluştuğum ve o esnada orada yaşayan, ama şimdi Barcelona'da yaşayan arkadaşım Gülay'la buluşmaktı. Geleneği bozmadık ve Hard Rock Cafe'de buluştuk. Gülay bizi Barcelonetta'ya götürdü ve orada çok güzel bir restoranda yemek yedik. Her zaman olduğu gibi karışık tapa. Geceyi ise sahilden uzun bir yürüyüşle muhabbet ede ede La Rambla'ya kadar gelerek noktaladık.

2 Temmuz Salı, Barcelona:


Dün Gülay'ın tavsiyesiyle La Sagrada Familia'nın biletlerini La Caixa makinesinden kafa göz yara yara almış olmanın faydasını, La Sagrada Familia'ya ulaşınca karşımızda beliren devasa kuyruğu görünce anladık. Kuyruğu pas geçip şak diye içeri giriverdik. Çok güzel bir yapı La Sagrada Familia. Barcelona'daki en görülesi binalardan biri. Çok güzel, büyük ve görkemli. Çok beğendik. 

Bir Gaudi eserinden başka bir Gaudi eseri olan Parc Güell'e geçtik. Parkın dışında bir restoranda çok saçma sapan bir yemek yedik. Parkın içinde aşırı sıcak havadan ötürü çok derinlere ilerleyemedik. Ancak en güzel yerleri ve Gaudi'nin evini gezebildik. 


La Rambla'ya geri geldiğimizde, hükümet binasına doğru dükkanlara bakarken bir grup halktan insanın protesto yürüyüşüne denk geldik. Ortamı biraz tarif edecek olursam, polis göstericilerin güvenliğini sağlamak için en önde yürüyordu. En arkada da bir ambulans geliyordu. Göstericiler slogan ve ses bombaları ata ata ilerliyor, gördükleri her bankanın camına köpekbalığı çıkartmaları yapıştırıyorlardı. Hükümet binasının önüne geldiklerinde orada durdular. Ben de polise gidip niye yürüyorlar diye sordum. Aldığım cevap netti: "kriz".

Biz de gösterileri geçip son günümüzün son saatlerine bir Picasso müzesi daha sığdıralım dedik ve becerdik. Müze sonrası çok güzel ve genelde öğrencilerin takıldığı bir restoranda yemek yedik. İçersi erasmus kokuyordu. Yemekten sonra girdiğimiz Irish barda ise ben hayatımdaki en kötü mojitoyu içerken, televizyonda Türkiye'nin 4-0 yenildiği bir maç canlı olarak yayınlanıyordu. Ben bakarken 1 gol attı bizimkiler neyse. 

3 Temmuz Çarşamba, Barcelona:
Bugün dönüş günü. Kahvaltıdan sonra hemen havaalanına gittik. Zeynep Pegasus'la döneceği için önce T2'ye gittik ve onun bavullarını teslim edip yolladım. Sonra ben T1'e geçip Pans&Company'de yemek yiyip freeshopları kolaçan ettim. Uçuş saati geldiğinde bizim kapının orada Türk nüfus artmaya başlamıştı. Turla gelip turda kaynaştıkları belli kalabalık bir grupla uçak beklemek, yolculuk etmek ve ardından bavul beklemek değişik bir tecrübeydi.

İspanya Notları:
  • İspanya'da motosiklet türü olarak genelde cruiser tercih ediliyor.
  • Motorcuların çoğu kız.
  • Burada da kırmızıda geçme huyu var.
  • Madrid kupkuru. Ankara'dan daha kuru. Dudaklarım, burnum, her yerim cayır cayır yandı kavruldu. Benim gibi hassaslar için tavsiyem türlü türlü dudak ve burun içi nemlendirici kremlerle gitmeniz. Barcelona öyle değil ama, deniz kenarı. İstanbul'a benziyor iklimi.
  • İlk kez tanıştığım gazpaço çorbasına aşık oldum. Tarifini buldum ve devamlı yapıp yapıp afiyetle içiyorum bu leziz soğuk çorbayı. Sıcak zamanlarda çok iyi gidiyor.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Doğa İçin Çal 5

Kaç zamandır "yeni bir doğa için çal çıkmayalı baya oldu... Doğa İçin Çal 5 yapsalar ya, bu sefer Şebnem Ferah da olsa ya içinde" diye içimden geçiriyordum... Yeni izledim, heyecanım tazeyken yazayım dedim.

Yine enfes olmuş... Buyrunuz...


30 Nisan 2013 Salı

The Legend on Tour - Harley Davidson 2013 Modelleri Test sürüşü

Geçen haftasonu, Harley Davidson'ın 2013 modellerinin tanıtıldığı The Legend on Tour etkinliğine katıldım. Fatih'in yardımlarıyla 3 farklı yeni model Harley Davidson'ı sürme şansım oldu.

Oldukça kalabalık ve yoğun geçen etkinlikte ilk test ettiğim model Ultra Classic Electra Glide idi.

Sürüşü oldukça rahat olan bu modelin, benim zevkime uygun olmadığını bir kez daha anladım. Sürerek tecrübe etmek daha iyi oldu. Motorun boyu benim şu an kullandığım Street Bob'dan daha uzun ancak gidon ve sele arası daha kısa gibi geldi. Ağır ve hantal gibi bir hissiyata kapıldım. Uzun yolda çok rahat olduğu kesin, ancak kısa mesafelerde insanı çok üzer. Bir de görsel olarak bana hitap etmiyor, özellikle ön paneli. Isınamadım, sevemedim, kendimi rahat ve mutlu hissedemedim üzerinde.

İkinci denediğim motor Dyna Switchback oldu.

Bu sene çıkan bu motor, dyna ve touring arası birşey olduğu için hemen ilgimi çekmişti. Test sürüşünde de bu modeli görünce bu fırsatı kaçırmadım. Sürüşten oldukça keyif aldım. Hem derli toplu hem de klasik bir görünümü var. Tepkiler ve tork harika. Hiç yabancılık çekmedim.

Son sürdüğüm motorsa tabi ki yolların kralı olan Road King Classic idi.

Amerika sonrası bu motoru tekrar sürme şansına erişmekten büyük mutluluk duydum. Onun için söylenecek pek birşey yok sanırım, tek kelimeyle mükemmel bir model. Hem görünüş hem sürüş keyfi ve rahatlığı enfes. Her zaman tek geçeceğim bir Harley Davidson'dır Road King.

Yardımları için başta Fatih olmak üzere tüm Harley Davidson Bosphorus ekibine teşekkürü bir borç bilirim. Seneyeki aktiviteyi şimdiden iple çekmeye başladım bile...

3 Şubat 2013 Pazar

2 Şubat 2013, Slash Featuring Myles Kennedy and The Conspirators Konseri

Genel olarak çok başarılı bir konserdi. Seyircinin katılımı inanılmazdı. Ne bir an susuldu, ne bir an yerlerinde duruldu. Grup da bundan çok memnun kaldı. Konser yeni kapalı bölümdeydi ve kış olmasına rağmen içersi bence aşırı sıcaktı. Buna bir çözüm bulunması lazım, açılır tavan gibi. İçeride sigara da içilince iyice rahatsız edici duruma geldi vaziyet. Yerleri de anlamsız bir platformla kaplamışlar ve herkes zıplayınca zıplamayanların içi dışına çıktı. Bence son derece gereksiz bir hareket olmuş.

Grup çok iyi çaldı. Şarkı seçimi ve sahne şovları gayet yeterliydi. Sırayla Halo, Nightrain, Ghost, Standing in the Sun, Back From Cali, Mr. Brownstone, Shots Fired, Serial Killer, Not for Me, Dr. Alibi, Watch This, Bad Rain, Rocket Queen, No More Heroes, Starlight, Anastasia, You're a Lie, Sweet Child O' Mine, Slither, Welcome to the Jungle, Paradise City şarkılarını çaldılar. Fransa'dan sonra bunları tekrar dinlemek oldukça keyifliydi.

Organizasyonda da hiçbir aksaklık yoktu. Tebrik eder, devamını bekleriz. Öhöm AC/DC öhüm...