Translate

31 Aralık 2009 Perşembe

İyi Düşünün

Herkese mutlu yıllar değil. Hak edenlere mutlu yıllar. Hak etmeyenlere niye dileyim ki mutlu yıllar? Onlar hak ettiklerini bulsunlar!

Can Dündar'ın İyi Düşünün şiiri... Bunu her yılbaşı Selçuk Yöntem'in ağzından dinlerim. Paylaşmamak elde değil...



Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınız sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine.....
Acele edin....
Er veya geç...
Çimenler yayılacak üzerinize...

27 Aralık 2009 Pazar

Kült film budur: Gülen Gözler


1977 yapımı bir Türk filmi: Gülen Gözler. Kült film budur. Kimler yok ki bu filmde? Münir Özkul, Adile Naşit, Müjde Ar, Şener Şen, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe, Itır Esen, Şevket Altuğ ve daha niceleri.

Film baştan aşağı hayatımıza damgasını vurmuş sahnelerden oluşur. Şener Şen'in uçakla çamaşır topladığı, eve girdiği, kızların dolaba girip çıktıkları, intihar ettikleri, sabun tozlarının köpürdüğü, Lale Ilgaz'ın ve Tuncay Akça'nın (Hababam Sınıfı'ndaki velet, Bizimkiler'deki penguen) gülüşleri, Ahmet Arıman ve Halit Akçatepe'nin birbirlerini ıslatışları gibi sahneler bizi her izlediğimizde kahkahadan kırıp geçirir.

Tabi bu filmde dram da vardır. Sabun tozlarının köpürdüğü sahne mesela, komik olduğu kadar dramatiktir de. Hele o Yaşar Usta'nın evi terk edişinden sonra Adile Naşit, kızlar ve damatların evdeki halleri, Yaşar Usta'nın ve en küçük kızı Hasret'in diğer evdeki halleri... Müzik zaten ilahi niteliğinde. O ayinsel hava. Yüzyıllar geçse dahi insanı gözyaşlarına boğar.

Türk sinemasında o yıllarda aynı veya çok benzer filmleri ardarda çekmek gibi bir moda varmış. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe ve Kemal Sunal'ın başrollerini paylaştıkları Köyden İndim Şehire ve Salak Milyoner filmleri gibi, bu filmden bir yıl sonra benzer bir senaryo ve neredeyse aynı kadroyla Neşeli Günler adlı bir film çevrilmiştir.İki yıl önce de neredeyse karakterlerin isimleri bile aynı olarak Bizim Aile adlı filmi unutmamak gerekir.

Klasik bir final olacak ama bu filmler yıllarca izlenir, hiç bıkılmaz. Her izlenişinde daha bir keyiflidir, şarap gibidir.

Komutan Uçan Tekme'nin sayfasında bu filmi de konu alan (Vecihi) ve daha birçok Türk filmini konu alan şarkılar bulabilirsiniz.

17 Aralık 2009 Perşembe

Tasarruf ederek ısınma yöntemleri

5. ve en üst katta oturuyorum. Salonum kuzey cepheye bakıyor, yatak ve çalışma odaları ise batıya. Sadece akşam güneşini alıyor. Apartman ise 30 senelik, yalıtım adına hiçbir şey yapılmamış. Kışın ısınmak için çılgınlar gibi para ödemek için tüm koşullar sağlanmış durumda.

Geçen sene, bu koşullarda evimi ısıtmaya çalışıyordum. Ortalama doğalgaz faturası 300 lira veriyordum. Kış ayları benim için kabus gibiydi. Sonra şansıma Mart ayında kombi iflas etti. Evsahibim aynı marka yeni bir kombi alıp taktırdı. Bu kombinin randımanı daha iyiydi. Hesaplarıma göre daha tasarruflu harcıyordu gazı.

Ancak asıl tasarrufu bu sene yapmaya başladım. Yaptıklarımı yaparsanız büyük ihtimalle siz de tasarruf edersiniz. Söylediğim her şey kışın kendini gösterdiği şu sıralar için geçerlidir. Kasımdaki yaz gibi havalar için değil.

Öncelikle kombiyi evde olmadığınız zamanlarda da en azından rölantide yakın gibi önerileri dinlemedim. Evden çıkarken kapatıyorum, eve gelince ise 45-50 derece arasına (su) getiriyorum sabaha kadar yanıyor. Şu ana kadar daha yükseğinde yakma ihtiyacım olmadı. Eski kombiyle daha yüksekte yakıp daha az ısıtıyordum evi.

Kombimin bakımını yetkili servise yaptırdım. En iyi ayarı onlar çekiyor. Hem kombinin sağlığı hem de randımanı için.

Evin içinin kuru olmaması da önemli. Ben kalorifer yakınca evi yeteri kadar nemlendiremiyorum. Peteklere asılan su kutuları pek işe yaramıyor. Onun yerine bir nem cihazı aldım. Sinbo marka, 40 lira. Soğuk nem üflüyor. Etrafında ıslaklık yaratmayan, şık bir teknoloji. Ev yeterince nemliyken ısı daha iyi muhafaza ediliyor. Ama bunu abartıp mikropların üremesine ortam yaratmamaya dikkat etmek lazım.

Gündüz perdeleri açıyorum. Eve gelince de perdeleri peteklerin üstünü kapatmayacak şekilde çekiyorum. Pencerelerden ısı kaybını bu şekilde engelliyorum. Gündüz ise evin mümkün olduğu kadar güneşlenmesini sağlıyorum.

Kalorifer peteklerinin arkalarındaki duvarları ellerseniz, soğuk olduklarını farkedersiniz (tabi evi cehennem gibi ısıtmıyorsanız). Yani bu peteğin verdiği ısının bir kısmı (bence büyük bir kısmı) bu duvardan kaçıyor demek. Izopan diye bir madde var. Cam yününün folyoyla kaplanmış hali. Çıplak elle dokunulmazsa rahatça kesiilip biçilebiliyor. Eğer cam yününden korkuyorsanız, yapı marketlerde daha ucuza satılan daha az etkili malzemeler var. Strafor sünger karışımı bir maddenin bir yüzü folyo kaplı levha haline getirilmesinden oluşan bir ürün. Onlardan alıp peteklerin arkasına sıkıştırırsanız, buradan ısı kaybını minimuma indirirsiniz ki bence en faydalı tasarruf metotlarından biri.

Eğer benim gibi yalnız yaşıyorsanız, özellikle haftasonları evdeyseniz evin her noktasını günün her anında aynı şekilde ısıtmaya ihtiyaç olmayabilir. Bu noktada ise bir infrared ısıtıcıyı devreye sokmakta fayda var. Ben normal bir haftasonunda evdeysem, çalışma odası - salon arası gidip gelirim. Isıtıcımı bu iki odada benimle beraber gezdiriyorum. Diğer odaların da kapılarını kapatmak fayda sağlıyor. Bu şekilde kombiyi düşük ısıda (mesela rölantide) tutarak, elektrikli ısıtıcı sayesinde kendimi ısıtıyorum. Marka olarak da VEITO tavsiye ederim. Bakmayın adının az duyulduğuna, çok kaliteli bir marka. Rezistans mekanizması diğerleri gibi değil, iplik gibi bir rezistansımsı şeridi var. Bu nasıl bir teknolojiyse, ısıtıcıyı açar açmaz 2-3 saniyede en yüksek sıcaklığına ulaşmasını sağlıyor. Alet kendini ısıtsın diye 10 dakika beklemeye gerek kalmıyor. Benim aldığım model dik duruyor, yüksekliği ayarlanabiliyor ve çok kolayca odadan odaya taşınabiliyor. İki oda arasında fişten çıkarmadan dolaştırabiliyorum.

Alet kendini ısıtmak için enerji kaybetmemesinden dolayı çok tasarruflu yanıyor. Üzerindeki programlar da çok başarılı. Kendini yakıp yakıp kapatma özelliği var, çok faydalı. Ve elektriği inanılmaz şekilde ölçülü kullanıyor. Buna bir de doğalgazla değişmeli ve tamamlayıcı olarak kullanınca, tasarrufun dibine vuruyorsunuz diyebilirim.

Geçen sene bu ay doğalgaza 370 lira ödemişim. Bu ay ise elektrik 43 lira, doğalgaz 89 lira geldi. Normalde elektriğe 35 lira civarı bir para veriyorum aylık. Yani ısıtıcı 7 lira farkettirdi. 89+7=96, hadi 100 lira diyelim. Arada 270 liralık bir fark var. Az değil.

Ocak ve Şubat ayları daha sert geçeceği için bu fark kesinlikle biraz azalacak, ama hiçbir zaman sıfıra veya negatife ulaşmayacağından eminim.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Sonisphere - Nasıl bir festivaldir bu?



Şaka gibi...

Gruplara bakar mısın? Iron Maiden, Metallica, Megadeth, Slayer, Rammstein, Antrax, Mötley Crüe, Alice Cooper, The Cult, Mastodon, Behemoth, Iggy & the Stooges, Heaven & Hell... konuklar da var Motörhead, Dio vs gibi... Noluyo be???!!! :)

Böyle festival mi olur??

Sonisphere böyle bir festival işte. Bu gruplardan oluşturulan demetler, önümüzdeki yaz, çeşitli ülkelerde konserler verecek.

Ne yazık ki bunların hepsi aynı anda gelmiyor tabi ki. Mesela Iron Maiden ve Metallica'nın aynı anda sahneye çıkmaması gibi bir olay var. Dönüşümlü olarak headliner'lık yapıyorlar.

Aynı anda olsalardı nolurdu? Baya bir kelle giderdi :) Düşünsene, bünye dayanmaz ki!

Eskiden 2000'li yıllar yeni geldiğinde, Dynamo yapılırdı. Ne özenirdik. Gidenlerimiz de olmuştu tabi ama biz o şanslı kitleden değildik. Türkiye dışında gittiğim en sağlam festival Judas Priest, Megadeth, Cradle of Filth ve Savatage'ın sahne aldığı Rockwave idi. Bir de tabi ki KISS var. Tek başına festival gibi grup.

Şimdi Sonisphere diye birşey çıktı, bir de aniden çıktı. Unofficial kaynaklarda Türkiye kadrosunun şöyle olduğunu gördüm: Metallica, Slayer, Rammstein, Iggy & the Stooges ve daha sonra açıklanacaklar. En azından Metallica'dan eminim, gazetede yetkili ağızlardan okudum.

Ah ne olurdu... Ne olurdu bunların içinde Iron Maiden da olsaydı??

Bana sorsalar ideal kadroyu şöyle yapardım: Iron Maiden, Metallica, Rammstein, Mötley Crüe, Alice Booper, The Cult, Mastadon. Konuk olarak da Motörhead (bilet satılmamasından ötürü iptal edilen Motörhead konserini anımsayalım).

Nasıl ama? Tabi bu konserden sonra hayatta kalmak mümkün olur mu bilemem :)

Neyse, gidilecek illa ki. Hatta diğer ülkeler de kollanacak, fırsat bulunursa onlara da gidilecek. İngiltere, Yunanistan, Bulgaristan falan mümkün mesela...

Iron Maiden'ın şu anki (16 Aralık 2009) kadrosu ölmeden illa ki görülecek!

Festivalin web sitesi: http://www.sonispherefestivals.com

9 Aralık 2009 Çarşamba

Jazzeeba

Dün Hayal Kahvesi'nde Jazzeeba konserine gittim. Bu topluluğu daha önce ne dinlemiş ne duymuştum. Ameliyattan sonra Hayal Kahvesi'ne uzun süredir gitmemiştim, Jazzeeba ile sezonu açayım dedim ve kalktım gittim.

Jazzeeba Dilek Sert Erdoğan (vo), Cenk Erdoğan (g), Soner Kıvanç (keyb), Cemil Tatlıpınar (b), Kerem Sedef (d), Ümit Onartan (sax)'dan oluşan bir topluluk. Soul, caz, funk, blues karışımı güzel bir müzik yapıyorlar. Konserde bir çok tanıdık parçanın yanısıra, kendi şarkılarına da yer verdiler. Konserden önce Dilek'in zenci gırtlağına sahip olduğunu okumuştum, çok dikkat çekici olmasa da bu doğru. Ama kendisi espritüel bir insan. Seyirciyle iletişim zayıf değil.

Konserden iki not aktarıp noktalıyorum: "Şimdi size 'Benim Komik Sevgilim' adlı şarkıyı çalacağım" diyip 'My Funny Valentine'ı çalması çok hoşuma gitti. Bir de efsanevi Gilda filminden bildiğimiz "Put The Blame On Mame"i canlı dinlemek çok keyifliydi.

5 Aralık 2009 Cumartesi

CCleaner

Tam adı Crap Cleaner olan bu işlevsel program sistemdeki gereksiz ne varsa imha etmek üzerine kurulu bir program. Piriform tarafından yazılmış bir uygulama. Yazılım freeware yani bedava. Tabi ki PayPal ile katkıda bulunmak mümkün. Sistemdeki gereksiz dosyaları silebilirsiniz. Gereksiz programları iz bırakmadan kaldırabilirsiniz (uninstall). Bir de buna registry'deki hataları düzeltme fonksiyonu eklenince, program tadından yenmiyor. Gerçekten sistemi daha kararlı bir hale getiriyor ve hızlandırıyor. Haftada bir çalıştırılması gayet uygun. Bedava olması da ayrı bir lezizlik. Şiddetle tavsiye ederim.

Piriform tarafından yazılmış birkaç uygulama daha var. Onlar da CCleaner kadar başarılı.

Program hakkında daha detaylı bilgi almak veya indirmek için: CCleaner - Freeware Windows Optimization

Son okuduğum kitap : Richard Bach - Hipnozcu

Radikal Kitap'ın tavsiyesiyle aldığım bir kitap daha. Richard Bach daha önce Martı diye bir kitap yazmış ve bu kitap çok beğenilmiş. Hipnozcu yeni romanı. Radikal Kitap ısrarla tavsiye ediyordu, kitabın arka kapağı da çok iddialıydı. Aldım, okudum, beğendim. Fakat bazen romanın ana kahramanının benlikleriyle sohbetleri çok can sıkıcı hale gelebiliyor. Olay akışından ziyade bu çatışmayı okuyoruz sık sık.
Romanda genel olarak aklın gücü vurgulanmış. "İsteyince yapamayacağımız şey yok" konusu işlenmiş. Romandan iki cümle alıntı yapmak istiyorum: "Önermeler, biz onlara rıza gösterene, onları kabullenene kadar gerçek değildi." ve "Ya gerçekte var olmayan zincirlerle bağlandığımıza inanıyorsak? Ve çevremizdeki dünya inandıklarımızı yansıtan mükemmel bir aynaysa?". Ben şahsen bu tarz "istersen yaparsın" gibi iddialara pek rağbet etmem. 160 sayfalık bu romanda okumak çok da rahatsız etmedi ama daha uzun olsa sıkacak gibiydi.

3 Aralık 2009 Perşembe

Rüzgar'ın gücü

Epuron adlı şirketin bir reklamı. Bence çok etkileyici değil ama keyifli bir canlandırma olmuş...

1 Aralık 2009 Salı

Günün upnextinsports'u

Bu vesileyle Michael Jordan'ı da hatırlayalım:
sports pictures, michael jordan

Daha fazlası için: Sports Pictures

29 Kasım 2009 Pazar

Kutup Macerası (Eight Below)


Eight Below, Antartika'da geçen bir kutup macerası. Filmin Türkçe adı da sanırım bu, yani Kutup Macerası. Bu film benim gibi Sibirya kurdu hayranlarını son derece mutlu edecek cinsten. Büyük bir keyifle izledim. Hele o organize oluşlar yok mu... Köpekleri insan gibi oynatmışlar. Çoğu yerde şaştım kaldım. Kutup, kar ve köpekler... Filmin içine azcık romatizm de serpiştirmişler ama asıl konu o değil. Bu bir köpek filmi. Bir macera filmi.
Bütün haski hayranlarına şiddetle tavsiye olunur.

26 Kasım 2009 Perşembe

Son okuduğum kitap : Serdar Özkan - Kayıp Gül

Bu kitap benim için tam bir fiyasko oldu. Öyle bir reklamı yapıldı ki... Gerek Radikal Kitap'ta, gerek internette ve mağazalarda, Allah Allah diye geliyordu kitap yani... Uluslararası Bestseller olmuş üstelik. Dünya çapında aldığı birkaç yoruma bakılırsa, bir 'masterpiece' okuyacağım diye sevinmiştim. Aldım, okudum. Bir çırpıda bitti. Çoğu yerde sıkıldığım oldu. Sonuçta etkileyici birşey olacak diye hırs yaptım, olmadı. Derinlemesine etki bırakmadı. Hatta hiç etki bırakmadı. Terbiyesizlik olmayacaksa şunu da söylemek istiyorum, bazı yerleri sanki çok amatörce yazılmış gibi.
Sonuç olarak ben bu romanı beğenmedim, sürükleyici değil, Küçük Prens ile karşılaştırılmasına ve uluslararası bestseller nasıl olmuş şaşıyorum.

Detaylı bilgi için: http://www.kayipgul.com

15 Kasım 2009 Pazar

Doğmamış Çocuğa Mektup ve Motosiklet Hayattır

Daha önce Motosiklet Hayattır adlı başlıkta, Murat Z. Özbilgi'nin Motosiklet Hayattır adlı enfes yazısını paylaşmıştım. O başlığı yazarken, yazının kime ait olduğu konusunda tam emin değildim. Çünkü yazıyı Google'da aratınca çıkan ilk linkte, önceden beri severek takip ettiğimiz, güvenebileceğimiz bir motorsever tarafından bu yazının Doğmamış Çocuğa Mektup adlı kitaptan alıntı olduğu iddia ediliyordu ve kitabın en beğendiği kısmının bu bölüm olduğu belirtiliyordu.

Dedim ki böyle bir yazı bu kitaptan çıktıysa şu Doğmamış Çocuğa Mektup'u alıp hemen okuyayım. Sonra bir baktım ki kitap yayından kalkmış. Neyse, yazının bu kitaptan çıkma olduğuna inanarak şansıma küstüm. Ta ki bu sene Can Yayınları kitabı tekrar basmaya karar verene dek. Hemen koştum aldım. Motosiklet Hayattır kısmına gelene kadar heyecanla okudum. Bir baktım kitap bitmiş. Kitapta böyle bir kısım yok. Hayır, kitap güzel, okunası. Kitap hakkında birşey söylemeyeceğim. Bu yazı bu kitapta yer alsa, yer alır yani. Ama yok, yok!..

Nasıl böyle bir iddia ortaya atıldı, anlayamıyorum.

Tekrar tebrikler Murat Özbilgi... Müthiş bir yazı, her okuyuşumda daha da beğeniyorum...

14 Kasım 2009 Cumartesi

Son okuduğum kitap : Adam Fawer - Olasılıksız

Olasılıksız'dan insanların etkilendiği kadar etkilenmedim ben. Bir solukta bitirmedim. Bir bölüm bittiğinde bir sonraki bölümü okumak için can atmadım. Ama kötü bir kitap demiyorum. Hikaye ilgi çekici. Sürükleyici bir roman. Sıkıcı değil. Anlatım tarzı çok başarılı. Film gibi anlatılmış, sahneler çok net canlanıyor kafanızda. Sadece "Olasılıksız çılgınlığı" saçma geldi bana. Yoksa roman olarak güzel. Adam Fawer zeki ve bilgili biri. Empati'yi de okuyacağım.

10 Kasım 2009 Salı

10 Kasım 2009



"Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirascılarım olurlar."

Ulu önderimiz Atatürk'ün ebediyete intikalinin 71.yılında onu büyük bir özlemle anıyoruz.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Sevecenlik


Dün Virgin Radio'da Ayça Şen Başkan Pusu'yu dinlerken Carlos şöyle birşey söyledi, tam cümleyi hatırlamıyorum ama özü şuydu: Hayatta en değerli şeyin para, sevgi falan değil, sevecenlik olduğuna karar verilmiş. Kim karar vermiş, nedir ne değildir bilmiyorum ama bunun benim dışımdaki birinin tarafından da anlaşılması mutluluk verici.

Sevecenlik tabi ya!.. Daha önce de yazmıştım, hiç tanımadığım veya samimi olmadığım birinden güleryüzle söylenmiş bir "günaydın" veya "merhaba" hayata bağlar beni diye... Öyle değil midir? Eğer benim gibi biraz idealistseniz (veya kova burcuysanız!) insanlarla samimi oldukça, onlara ilk intiba ile yapıştırdığınız "güvenilir", "sevecen" veya daha ileri gidip "sevgili", "kardeşim!" gibi etiketler siliniyor. Onların yerini "kusurlu", "o kadar da kardeşim değilmiş" gibi etiketler alıyor.

O yüzden kimseyle yüz göz olmamakta fayda var. İlk intiba ile yapışan etiketleri seviyorsanız, bırakın öyle kalsın.

Büyü bozulmasın.

Bu söylediğim şey ünlüler için de son derece geçerli. Hatta bu ortam daha da kırılgan. Hayran olduğunuz bir ünlüyle tanışma hatta arkadaş olma fırsatı bulduğunuzda veya sadece tanıştığınız anda ufak bir ters hareketi veya lafı yüzünden o hayranlığın bir anda söndüğü oldu mu? İşte aynı şey. Etiket meselesi. Yapıştırdığınız etiketler yanlışsa bile onları öyle seviyorsanız, bırakın öyle kalsın...

23 Ekim 2009 Cuma

Dün gece büyülendim


Dün gece Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde Jülide Özçelik konserine gittim. Öncelikle şunu belirteyim ki sigara yasağı müthiş birşey. Kapalı alanlarda sigara içilmesi yasaklandıktan sonra ilk kez kapalı bir bar konserine gittim ve eve döndüğümde üstüm başım saçlarım sigara kokmuyordu ki bu hayat standartlarımızda ciddi bir yükselme demektir.

Saat 10:45 gibi konser başladı. Albümde olmayan bir parçayla girdiler: Vitrin. Bir Özdemir Erdoğan eseri. Ardından albümden şarkıları sıraladılar Jülide ve ekibi; Mecnunum Leylamı Gördüm, Geçti Dost Kervanı, Anan Var Midur, Kendinle Kalırsın, Kara Toprak ve daha nice. Son olarak da bis tadında Yalan Dünya'yı çaldılar ve 00:15 gibi veda ettiler.

İki saatlik çok kaliteli bir gece yaşadığımı söyleyebilirim. Yalnız gidiyorum diye sıkılacağımdan korkmuştum (konseri beklerken biraz da sıkıldım açıkçası) ancak sahnedeki performans öylesine büyüledi ki beni, iyi ki gitmişim dedirtti. Jülide'ye eşlik eden müzisyenler de (Cem Tuncer (g), Ercüment Orkut (p), Kağan Yıldız (b), Ediz Hafızoğlu (d)) enfesti. Hepsi görevini fazlasıyla yaptılar ve muazzam bir performans sergilediler. Hayal Kahvesi de sevdiğim bir bar. Kaliteli. Bir de içkilerin fiyatları biraz daha ucuz olsa :)

Jülide Özçelik herkese şiddetle tavsiye ettiğim, fakat konserine gitmeye kimseyi kandıramadığım bir müzisyen. Gerçi bu herkesin içinin geçmiş olmasından kaynaklanıyor.

Kendisinin yeni albümlerini hevesle beklemekteyim.

16 Ekim 2009 Cuma

Atatürk'ün motosikletli tek fotoğrafı


Bu fotoğrafı daha önce bir dergide görüp kesmiş ve panoma yapıştırmıştım. Taşınmalar sonucu bu fotoğraf hasar gördü, nette ne kadar iyi ve kötü aradıysam da bulamadım. Bugün tesadüfen Motoplus'un sanal galerisinde denk geldim.

Stroke it

Stroke it, mouse'un sağ tuşuna basılı tutarak yaptığınız hareketi algılayıp, bu harekete atanmış olan komutu çalıştıran bir program. Her türlü komutun atanabileceği bu programı kullanmak da oldukça kolay.
Örnek vermek gerekirse, mouse'un sağ tuşuna basılı tutarak bir C çizdiğinizde, aktif olan pencereyi kapatıyor. Veya sağ üstten sol alta doğru bir çizgi çektiğinizde aktif pencereyi minimize ediyor. M çizdiğinizde windows'un default mail programını açıyor. Bunun gibi bir dünya aksiyon var.
Stroke it'in öğrenme yeteneği de var. Mevcut mouse hareketleri dışında bir hareketi öğretebiliyorsunuz.
Mouse hareketlerine atayacağınız aksiyonların sayısı sınırsız. Custom hareket tanımlanabiliyor. Örnek vermek gerekirse, outlook'u açıp mailleri kontrol eden sonra facebook'u ve birkaç üye olduğum siteyi de açıp hepsine tek tek login olan custom bir aksiyonum var. Kendi üzerindeki aksiyonlardan seçme yapamadığınız ama windows'a göndereceğiniz mesajın kodunu biliyorsanız kendi WinMSG mesajınızı da oluşturup bir aksiyona atayabilirsiniz.
Her programa özgü hareket de tanımlanabiliyor. Yani sola doğru çizilen çizgi Internet Explorer'da "geri" komutuna denk gelirken, winamp'te bir önceki şarkıyı çal, başka bir programda ise kendi atadığınız başka bir komuta denk gelebiliyor.
Bütün bunları sağlayan bu programın harcadığı memory ise komik. Şu an baktığımda 960K olduğunu görüyorum. Memory'ye göre sıraladığımda alttan 6.sırada.
Program bedava. Şu adresten temin edilebilinir: http://www.tcbmi.com/strokeit/
Stroke it benim için vazgeçilmez bir program. Yüklü olmayan başka bir bilgisayara oturduğumda mouse sağ tuşa basıp saçma sapan hareketler yapmama bile sebep oluyor :)

15 Ekim 2009 Perşembe

Bir kuş hikayesi

Bir kuş soğuk bir kış gününde yiyecek bulabilmek için kanat çırpıp duruyormuş. Hava o kadar ayazmış ki minik kuş dayanamayıp karın üstüne düşmüş.
Kuş çaresiz, soğuk karın üstünde ölümü beklerken ordan geçen bir inek kuşun üstüne sıçmış. Kuş öyle bi sinirlenmiş ki, kanatları donmamış olsa, kalkıp ineği dövecek.. bi de bakmış ki bokun sıcaklığı ile kanatları çözülmüş, yaşama geri dönmüş.
Öyle bi sevinçle ötüyomuş ki, ordan geçen bi kedi de bunun sesini duymuş ve boku eşeleyip kuşu çıkarmış.
Kuş buna çok sevinmiş, tam kediye teşekkür edecekmiş ki, kedi onu yemiş..

Çıkarılacak Sonuçlar:
1.Her üstüne sıçanı düşman sanma
2.Seni her boktan çıkaranı dostun sanma
3.En önemlisi: BOKUN İÇİNDE MUTLUYSAN SESİNİ ÇIKARMA.

Motosiklet Hayattır

Yazı kimin hala bilmiyorum. Büyük bir kitle Murat Z. Özbilgi'nin diyor ki benim de kanım bu yönde. Benim çok hoşuma giden bir yazı. Ben bunu Murat Z. Özbilgi adıyla alıntı yapacağım. Buyrun:

Motosiklete bin oğlum, çünkü motosiklet hayattır
.

Birçok babanın korkusu oğlunun motosiklete binmesidir. Ölümden ve başka her türlü tehlikeli durumun çocuklarının başına gelmesinden korkarlar. Benim senin başına gelmesinden en çok korktuğum şey ise hayatın zevklerini almadan yaşayan bir eğreltiotu olmandır. Eğer yapmak istediğin şey orada duruyorsa ve aranızda bir tehlike dikilmişse, senin yapman gereken o tehlikeyi bertaraf edip, istediğin şeye ulaşmaktır. İşte bunu yapamazsan hayatın ancak bir eğreltiotununki kadar heyecanlı olabilir.

Motosiklete bin oğlum, ama dikkat et, motosiklet tehlikelidir.

O tehlikenin üzerine aptal gibi gitme. Unutma Sun Tzu der ki; “kötü komutanlar önce savaşa girer, sonra nasıl kazanacağını düşünürler; iyi komutanlar önce nasıl kazanacağını bulmadan savaşa girmezler”. Önce viraja girip de sonra nasıl çıkacağını düşünen aptallardan olma.

Tehlikeleri en küçüğüne kadar bertaraf et. Hep tam koruma kullan, bakımsız motorla yola çıkma, alkollü ya da yorgun binme, kafan bozukken taksi tut, bilmediğin yolda risk alma, diğer araç sürücülerinden köşe bucak kaç. Tehlikeleri nasıl dibine kadar bertaraf edeceğini bilemiyorsan sakın motosiklete binme, çünkü o zaman bu işi beceremezsin demektir.

Motosiklete bin oğlum, çünkü motosiklet aşktır.

Sadece kızlardan bahsetmiyorum, motosiklet macerası yaşam aşkıyla doludur. Güneşi batıracağın yeri bilmek, üzerinde yaşadığın toprakları karışı karışına gezmek, her yaş ve meslekten insanla yolunu paylaşmak ve bindiğin makinenin üzerinde sanki çığlık atarmış gibi kopup gitmek, hayatı dibine kadar yaşamak, ancak bu araçla mümkündür. Motosiklet macerasının içinde yaşam aşkı olmayan insanların tek yaptığı ise teknik detayları birbirlerine anlatarak kocaman, yararlı ama sıkıcı bir ansiklopediyi yaşayıp gitmektir. Aşkın ucunu bırakma, heyecanlı ve renkli ol, sıkıcı olma. Sıkıcı olacaksan arabaya binip, haftasonları futbol, akşamları ana haber seyrederek yaşayabilirsin, motosiklete ihtiyacın yok. Günü yakalamayı bil oğlum, motosiklet senin yaşama enstrümanındır.

Kızlardan bahsetmiyorum dediysem, o kadar da demedim tabi. Hani bazen pembe bir vespa üzerinde pembe kaskla kuğu gibi giden pembe pantolonlu bir kız görürsün ya? Git yanaş, merhaba de ona. Orta parmağı gösterirse, kıza efendi gibi bir selam çakıp gazla bana gel, ensene bir tane patlatayım, sonra bira içmeye gideriz. Hayatı böyle yaşayacaksın işte, öküz gibi, ödlek gibi değil. Hem efendiliğini bozmayacaksın, hem de çılgınlığını koruyacaksın.

Ha hoşlandığın bir kız mı buldun? At motorunun arkasına, Datça’ya götür onu, Knidos’un sularıyla yıka. Can Yücel’in en sevdiğin şiirlerini okurken batan güneşi izlet ona, Domuzbükü’nde yıldızları ört üstüne uyusun. Sonra bu macera için bana teşekkür edeceksin.

Motosiklete bin oğlum, çünkü motosiklet isyandır.

İnsanlık tarihi popüler kültürler ve onlara tepkiyle gelişen kültlerle doludur. Rock tarihi, 68 kuşağı, Avrupa bohemleri, Beatnick’ler hep aynı heyecanla tutuştular. Bugün bu ateş bir miktar sönmüş görünse de sen buna aldanma. İnsanoğlunun doğasında isyan vardır ve motosiklet bunun dışavuruluş şekillerinin en güzellerinden biridir. Motosiklet bir ulaşım aracı değildir, bir isyan aracıdır, bunu kafandan çıkarma.

Hayatın rutinlerine dikkat et oğlum. Efendi ol ama içindeki serseriyi korumayı bil, akşam eve gelince takım elbiseni çıkarıp deri montunu giy. Her zaman kravatın olabilir ama hiç yuların olmasın, her zaman bir patronun olabilir ama hiç efendin olmasın. Eğer seni zincirliyorlarsa o patronu, arkadaşı ya da sevgiliyi dehleyip, kravatı çöz, kol saatini fırlatıp at, gemileri yakmayı bil. Hayatımda tanımaktan keyif aldığım insanların neredeyse hepsi, günü geldiğinde hayatında radikal değişiklikler yaparken gözünü kırpmamış insanlardır. Ve bu insanların neredeyse hepsi motorcudur.

Motosiklete bin oğlum, çünkü motosiklet dostluktur.

Bir motosiklet grubuna mutlaka gir. O motosiklet grubunun içerisindeki bir kavgaya ise asla girme. Unutma ki insanın olduğu yerde sevgi de vardır, kavga da vardır. Toplumdan soyut yaşama, yolu paylaş. Ama kimliğini de kaybetme, yolunu şaşırma. Toplumun içinde dur, ama tek başına ayakta dur, sonuçta yol yalnız senin yolundur unutma.

Herkesle konuştuğun gibi, her tip motora da bin, tutucu olma. “Chopper gitmiyor, dönmüyor” diyenleri takma, altındaki V motorun ritmiyle dans etmeden isyanın ruhunu anlayamazsın. Sıkı bir enduroyla off-road yapmadan doğaya fazla kavuşamazsın. İbrende bir kez olsun 200’leri görmeden de adrenalin seni ilk defa içki içmiş 15 yaşındaki kız gibi sarhoş eder durur. Herkesi dinle ama hiçkimseye kulak asma. Motosiklet türlerinin her biri farklı amaçlarla üretilmiştir, birini seçeceksen seç, ama hepsiyle barışık ol, hiçbirinin fanatiği olma.

Motosiklete bin oğlum, çünkü ben hep motosiklete bindim.

Ve şu hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri bu. Tek bir dakikasından bile pişman değilim ve iyi kötü her maceramın kıymetini bildim. Hayatta öğrendiğim birçok şeyi bu iki tekerlekli cansız makineden öğrendim.

Motosikletle yaşa oğlum ve aradan yıllar geçerse ve ben motosiklete binemeyecek durumda olursam, gel bana maceralarını anlat, nereleri keşfettiğini, kimlerle hırlaştığını, kimlerle dost olduğunu, hangi şarabı kiminle içip, hangi güneşi nerede batırdığını.

Eğer ben ölmüşsem de çok önemseme. Motor üzerinde ölmüşsem neden pişman olmadığımı anlayacak tek kişi sen olacaksın. Eğer ölmemişsem şu pembeli kıza sor bakalım ablası var mı?

Sana bırakacağım en büyük miras, işte bu hayat rehberi, motosikletli hayatın ta kendisidir.

Motosiklete bin oğlum, çünkü motosiklet hayatın ta kendisidir.
 
Murat Z. Özbilgi

13 Ekim 2009 Salı

Günün fıkrası

Rus fizikçiler yerin 100 metre altında bakır tel bulduklarını, bunun ise atalarının bundan 1000 yıl öncesinde telefon şebekelerinin olduğunu kanıtladığını duyururlar.
Bu olaydan 1 hafta sonra Amerikan gazetelerinde ilginç bir manşet yer alır: Amerikan bilim adamları yerin 200 metre altında 2000 yıl öncesine ait fiber-optik hatlar bulduklarını, bunun ise, Amerikan toplumunun Ruslardan 1000 yıl öncesinde gelişmiş dijital haberleşme sistemleri olduğunu söylerler.
Bir hafta geçmeden Trabzon, Araklı'da da yerel TAKA gazetesinde yeni bir manşet: Trabzonlu bilim adamlarının yerin 500 metre altına kadar kazdıklarını
ve hiçbirşey bulamadıklarını, bunun ise atalarının 5000 yıl öncesinde kablosuz (wireless) iletişim sistemlerini kullandıklarını söylerler...

Engelleri Kaldır



Her şey “insan” olmakla başlar. Hepimiz aynı şekilde doğduk, aynı şekilde doyduk, çocuk olduk. Sonra büyüdük, olduk. Kadın ve erkek olduk. Yaşlı ve genç. Özgür ve tutuklu. Siyah ve beyaz. Farklı sıfatlar verildi her birimize: uzun, kısa, şişman, güzel, çirkin, “engelli” olduk. Eşit olamadık bir tek. Hani herkes eşitti hayatta?! Neden bazıları daha eşittir ki bu hayatta!

Sen… Sokağa çıktığında kaç tane engelli ile karşılaşıyorsun? Karşılaştığında ne düşünüyorsun? Bir şey düşünüyor musun? Türkiye nüfusunun yüzde kaçı engelli biliyor musun? Sokakta bir engelli görmek için kaç engelin var farkında mısın? Peki onların nasıl yaşa(yama)dıklarının?

Büyüdüğünde kim olursan ol, ne yaparsan yap eşit yaşamak için çalışan insanlar var burada! Her insanın birçok engeli ve bir kalbi var. Kalbini engelleme, engelleri kaldır!

Eğer sen de insan olmayı önemsiyor, “bir engel de ben olmayayım” diyorsan;

http://www.engellerikaldir.com'a girerek destekleyenlere kendi adını ekleyerek hassasiyetini gösterebilir, facebook grubuna tüm listeni davet edebilir, msn iletine web site adresini yazabilir, blog veya sahip olduğun mecralarda konuya yer verebilir, konu hakkında fikir ve önerilerini e-posta gönderebilir, sponsor olabileceğini düşündüğün tanıdıklarına konuyu paylaşabilirsin.

Gün gelecek, herkes önce "insan" olacak…

Engelleri Kaldır Hareketi
www.Engellerikaldir.com

9 Ekim 2009 Cuma

Over The Rainbow

Rainbow elemanlarından kurulu Over The Rainbow, 7 Ekim 2009'da Türkiye'de bir konser verdi. Evet, ve o Çarşamba benim için unutulmaz bir güne dönüştü.

O Çarşamba'dan bir gün önce Erdem o günün Jürgen'in doğum günü olduğunu söyledi. Ben de apar topar atladım motosikletime gittim Taksim'e. Jürgen'e Ortaköy temalı küçük bir taş üstüne kabartma tablo aldım. Diğerlerine de birer tesbih ve kitap ayracı aldım. Bir kutu da Hacı Bekir lokumu :)

Çarşamba günü iş çıkışına kadar devamlı ve sadece Rainbow dinledim. Defalarca... İş çıkışı arabama atlayıp Refresh The Venue'ye ulaştım. Erdem'i aradım çok yoğundu sonra ara dedi. Ben de Güneş'i aradım, tam zamanında aramışım. Geldi beni kapıdan aldı. İçeri girdik, Over The Rainbow'un tonemeister geldi ve soundcheck başladı. Etrafta bir hayli tanıdık sima vardı. Önce OTR sonra da Saints 'n' Sinners'ın soundcheck bitti ve çılgın kalabalık içeri alınmaya başlandı. Millet önlere hücum ederken güvenliğin "yavaş! yavaş!" diye kollarını açıp milleti yavaş-latmaya çalıştığını hatır-lıyorum :) Komikti.

Denizler (SNS) başladılar, gayet de iyi giderken Erdem beni kulisten arayıp çağırdı. Ben de hediyelerimi kapıp kulise koştum. İçeri girdim, önce Jürgen'e hediyesini verdim. Çok beğendi. Aralarında en babacan olan Jürgen'di. Onunla fotoğraf çekerken Paul doğum günü çocuğuna sızlanmaya başlamıştı. "Merak etmeyin hepinize birşeyler var" diye onu sakinleştirmek bana düşmüştü :)

Jürgen'e tesbihini de verdim ve tesbih çevirmeyi öğrettim. O esnada Bobby gelmiş tesbihi Jürgen'in elinden almaya çalışırken Jürgen ondan "bırak benimkini sana da vericek" diyerek tesbihini sakındı. Ne sıcak bir ortam!

Diğerlerine de hediyelerini verdim fakat Joe'yu göremi-yordum. Arkamı döndüm ve Joe ordaydı, Punk Levent'le fotoğraf çektiriyorlardı. O fasıl bitince ona da hediyesini verdim çok beğendi. Sonra-sında bile bana gelip hala "this is very nice actually" diyordu. Film gibi adam şu Joe :)

Millet yavaş yavaş dağılmaya başlıyordu ki aklıma lokum geldi. Ama herkes ayrı bir telden çalıyordu. Gözüme Paul'ü kestirdim ve lokumu ona verdim. Üzerindeki tüm yazıları okudu ve "o bunda hurma varmış, nice!" dedi :)

En son tüm grupça bir fotoğrafımız olsun diye grubu toparlamaya çalışırken herkes bana "sen diğerlerini ayarla ben gelirim" diyordu. Anladım ki iş Joe'yu toparlamakta bitiyor :) Joe o esnada Jürgen'in gömleğinin kollarını kıvırıyordu. Yaklaşık 10-15 kez "hadi Joe bırak şu işi sonra da yaparsın ben gidicem" dedim ve Joe Jürgen'in tek kolunu bitirdikten sonra dayanamayıp "OK let's get this photo thing done before you get the hell outta here, come on" diyerek grubu toparladı ve güzel bir fotoğraf çektirdik.

Kulisten iki not aktaracağım. Birincisi: Greg devamlı hiçbiryere bağlı olmayan bir bas gitar çalıyordu. İkinicisi ise: Joe'nun boynunda haç ve Arapça Allah kolyeleri yanyana yer alıyor.

OTR'un sahne almasına kısa bir süre kala kulisten ayrıldım. Mutluydum. Sahneye çıktıklarında ise mutluluğum ikiye katlandı. Konseri mikser alanından izledim. Tüm istediğim şarkıları dinledim, bütün klasikleri çaldılar: Eyes Of The World, I Surrender, Can't Happen Here, Man On The Silver Mountain, Gates Of Babylon, All Night Long, Since You Been Gone, Kill The King, Long Live Rock 'n' Roll ve daha bir sürü...

Benim için çok mutluluk verici bir geceydi. Hala devamlı olarak Rainbow dinliyorum. Ritchie, Dio, Cozy Powell gibileri olmasa da Over The Rainbow iyi bir Rainbow...

Teşekkürler Mood-Pro.

6 Ekim 2009 Salı

Son okuduğum kitap: Natsuo Kirino - Grotesk

Gayet sürükleyici, leziz bir eser. Kirino, alışılmışın dışındaki hayatları başarıyla aktarabilmiş. Zaman zaman ana konudan sapsa da, okuyucuyu sıkmıyor ve dikkatini dağıtmıyor. 670 sayfalık romanda bir an olsun dağılmadım. Anlatım o kadar güçlü ki (tabi çevirmenin de büyük başarısı söz konusu) hikayeyi 4 ayrı kişinin ağzından dinledikten sonra kendi kendime yorum yapmaya, bu kişilerden bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamaya başladım. O kadar kanıksattı yani karakterleri.

Tanıtım bültenindeki yazıyı paylaşacak olursam:
Çıkış adlı romanıyla Türk okurlarıyla tanışan ve büyük beğeni kazanan Natsou Kirino ikinci romanı Grotesk ile bir kez daha karşınızda... Tokyo'nun ayrı semtlerinde, bir yıl arayla, aynı şekilde öldürülmüş iki kadının cesedi bulunur: tam zamanlı bir fahişe olan Yuriko Hirata ve gündüz bir işkadını, gece ise fahişe olan Kazue Sato. Hikâyenin anlatıcısı Yuriko'nun ablasıdır ve Yuriko'dan nefret etmektedir. Babaları İsviçreli anneleri Japon olan iki kardeş (mükemmel güzellikte bir küçük kardeş ve tam anlamıyla Japona benzeyen bir abla) daimi bir rekabetin içindedir ve hiçbir şekilde birbirleriyle anlaşamazlar. Yalnızca Yuriko'dan değil her şeyden nefret eden abla, her ne kadar alınan notlar önemliymiş gibi görünse de, güzelliğin ve paranın ana ölçüt kabul edildiği saygın Q Kız Lisesi'ne gitmek için Japonya'da dedesiyle birlikte kalırken, ailesinin diğer fertleri İsviçre'ye yerleşir. Ancak birkaç yıl sonra annelerinin intiharı üzerine Yuriko da Japonya'ya gelir ve güzelliği sayesinde Q Lisesi'ne girer. Böylece Yuriko, ablası ve onlarla aynı okulda okuyan Kazue'nin yolları kesişir. Ablasının ucube olarak nitelendirdiği Yuriko inanılmaz güzelliğiyle -kadın ya da erkek- herkesi etkisi altına almaktadır ve o yıllarda bunu geçim kaynağı haline getirmeye karar verir. Yuriko'nun etkisinde kalan Kazue de ona yakın olabilmek için Yuriko'nun ablasıyla arkadaş olur. Diğer yandan Yuriko'nun bu çekiciliğinin yarattığı etkilerden dolayı hayatı boyunca dışlanmış olan abla öfke içindedir ve kendini kötülüğe adayıp bu yolda her şeyi yapar. Kazue ise üniversiteyi bitirip ülkenin önemli şirketlerinden birinde müdür yardımcısı olur, ancak bu onun için yeterli değildir. Hayatının eksik kaldığını düşündüğü yanını fahişelik yaparak tamamlamaya kararlıdır. Yuriko ve Kazue güce sahip olmak için diri vücutlarını kullandıkları bu yolun sonunda gerçek birer ucubeye dönüşerek hikâyelerini tamamlarlar. Ablanın ağzından anlatılanların yanı sıra Yuriko'nun, Kazue'nin günlüklerinden ve cinayet zanlısının itirafnamesinden de bölümlerin yer aldığı kitapta, bir yandan kadınların ve erkeklerin dünyasında güç, kontrol, cinsellik, bağımlılık, 'nefret ve karmaşa'nın farklı hallerine değinilirken, diğer yandan günümüz Japon toplumu masaya yatırılıp en karanlıkta kalan noktaları gün ışığına çıkarılıyor. Hikayenin anlatıcısının, 'Çürüme sürecini başlatmak için su gereklidir. Bence, kadınlar söz konusu olduğunda, su erkeklerdir, ' sözüyle de böylesine karmaşık bir dünyada kadının ve bu dünyayı yöneten erkeğin rolünü tarif ediyor Kirino. Bir gerilim romanı olmaktan öte, bireyin ve toplumun sert bir şekilde sorgulandığı bambaşka bir türe ait olan Grotesk okuyucunun kendi toplumunu da masaya yatırmasını sağlıyor. Gayet ustalıkla ve doğrudan bir anlatımla ilk sayfadan son sayfaya kadar okuyucuyu diken üstünde tutmayı başarıyor.

Kitapyurdu'ndan sipariş vermek için buraya tıklayabilirsiniz.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Asıl sen kimsin?

Telefonuma ilginç bir mesaj geldi: "sen ne yapıyorsun" aynen böyle yazıyordu. Numarası çıktı fakat rehberime kayıtlı değildi. Kim olduğunu çözemedim, tabi ki aklıma bir kaç kişi geldi. "Nasıl napıyorum?" diye cevap attım. Gelen cevap ilginçti: "Ee". Ben de "?" diye bir mesaj atınca verdiği cevap ise absürddü: "kimsin". Haydaa... Sen kimsin? Aynen böyle dedim "Asıl sen kimsin? Rehberime kayıtlı değilsin ve napıyorsun diye soran sensin". Sanırım böyle bir cevabı beklemiyordu ki "yalnışlık olmuş" dedi. Üstünde durmadım cevap da vermedim. Ama ısrarcıydı, "özür dilerim yalnışlık olmuş" diye bir mesaj daha attı. Kısaca "sorun değil" dediğimde de susmadı fakat bu son mesajı oldu: "Üzgünüm".
Acaba hangi önemsiz bulup da telefonunu rehberimden sildiğim kişi telefonunu silmiş miyim diye öğrenmek istedi?

Doğa İçin Çal

Bence harika bir proje olmuş. Doğa İçin Çal'ın sitesine bu linkten ulaşabilirsiniz.


Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.