Translate

12 Eylül 2017 Salı

Soner Türkölmez YOGA

Soner Türkölmez YOGA

Yoga & Acro Yoga İstanbul - Özel ve Grup Yoga Dersleri ve Atölye Çalışmaları

http://www.soneryoga.com adresinden Soner Türkölmez ile ilgili detaylı bilgi alabilirsiniz.

1 Nisan 2014 Salı

Macera Dolu Amerika 2014

Yıllar evvel yaptığım bir California - Nevada motosiklet turunda çektiğimiz bir fotoğrafın instagramda yer almasının, beni bu sene Las Vegas'ta düzenlenen SharePoint Conference 2014'e göndereceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

1 Mart Cumartesi:
Güzel bir Cumartesi sabahı. Yogamı da yaptım, uçuşa hazırım. Havaalanında yine sorunsuz ve hızlıca tüm işleri halledip kapıya kadar geldim. İlk defa bu kadar büyük bir yurtdışı uçuşuna körükle değil de otobüsle taşınıp uçağa yerden bindim. Hemen gidip yerimi buldum. Uçak kalkana kadar yanıma da kimse oturmadı. Süper. 3 koltuk da bana ait, rahat bir yolculuk olacak.

Diye hayal ederken yanımda Iraklı bir teyze belirdi, filmimin ortasından girip yanımdaki koltuklara yavşamaya başladı. Yok ameliyat oldum yok sabit oturamıyorum uzun süre falan. Ne dediği de tam anlaşılmıyor, dedim iyi otur hadi. Kendi koltuğunun niye suyu çıkmış anlamadım. Kendi yanaştı sonra bir de kardeşini getirdi o da oturdu (ikisi de büyük insanlar), bizim 3 koltuk da doldu. Yani anlamadığım şey şu zaten bunlar abla kardeş, yanana oturuyorlar (sonuçta cam kenarı - koridor gibi bir dertleri yok), niye kendi yerlerinde yan yana oturmuyorlar da benim yanımda yan yana oturuyorlar? Üstelik bana yerimde sabit duramıyorum diyen kadın 12 saat hiç yerinden kalkmadı. Hiç.

Neyse. Bir de çaprazımda 8-10 tane abinin olduğu bir bölge vardı. Neredeyse tüm uçuş boyunca car car konuştular ve bir rahat durmadılar. Zaten uçakta uyuyamayan biriyim, iyice çirkinleştirdiler yolculuğu. İyi ki bir süre sonra uyudular da rahat ettik.

Filmler izleye izleye Los Angeles'a kadar geldik. Uçak tam inecek, vazgeçti inmekten ve bir yarım saat sekiz çizdik havada. Sanırım havaalanı uygun değildi. İndikten sonra konferansa gelmiş diğer Türk arkadaşları da gördüm gerek bavul beklerken gerek pasaporttan geçerken. Havaalanından çıkarken 50 yerde sorgulanıp açık havaya kendimi attım.

Dışarıda bir yarım saat FlyAway'i bekledikten sonra önce FlyAway'le Union Station'a, oradan da metroyla Koreantown'a ulaştım. Metro istasyonundan 20 dakika otelime yürüdüm ve artık vücudumda derman kalmamıştı, kendimi odaya attığım gibi uyuyakaldım. Birkaç saat sonra zar zor uyandım, kazınan midemi doyurmak için vurdum kendimi sokağa. Metro durağının oradaki Denny's'e gitme niyetiyle çıktım oradan da Beer Belly'ye gidip iki kadeh bir şey içerim diye düşünüyordum ama az ilerideki McDonald's'a kadar zor gidebildim, hemen yemeğimi yiyip gelip otele uykuya devam ettim. Yazarken bile o anı hatırladıkça devrilesim geliyor koltuklara.

2 Mart Pazar:
Bugün Vegas yolculuğu günü. Sabah kalkıp dün gidemediğim Denny's'e gidip kahvaltımı yaptım. Dönüşte CVS ve Ralphs'i biraz kolaçan edip otele geri döndüm. Ailemle bir facetime yapıp, zaten çok dağılmamış bavulu toplayıp çıktım otelden, Luxxpress'in kalkacağı yere gittim. Luxxpress hiç de söz verildiği gibi VIP değil, gayet okul servisi mantığıyla çalışan bir araç. 4-5 saat içinde bizi Las Vegas'a ulaştırdı. Yolun büyük kısmında uyudum. Gözümü bir açtım Luxor karşımda. Anılarım canlandı birden. Luxxpress'in bıraktığı yerden taksiye binip Hard Rock Hotel'e vardım. Bu akşamki program yoğundu. Otele bavulları atıp önce Cirque du Soleil'den Zarkana'yı izleyeceğim Aria'ya gittim biletimi aldım, oradan konferansın olacağı Venetian'a koşup konferans kaydımı yaptırdım (son kişi olarak - ben yaptım, bugünün kayıtlarını kapattılar) sonra tekrar koşup Aria'ya, şova yetiştim. Çok iyi bir şovdu Zarkana ama parasının hakkını verecek kadar harika muazzam bir şey olduğunu söyleyemeyeceğim. Yine de daha sonra izlediğim Ka'dan daha iyiydi. Tekrar odaya döndüğümde duş alamayacak kadar yorgundum, KISS posterli odamdaki kocaman yatağa girip (girmesi çok zor ve zahmetli) uykuya bıraktım kendimi.

3 Mart Pazartesi:
Bugün konferansın ilk günü. +31'li spam numaranın aramasıyla sabahın 4'ünde zıpladım ve bir daha da uyuyamadım. Böyle durumda yapılabilecek en iyi şeyi yaptım ve doğmakta olan güneşi doğana kadar selamladım. Amerika'da yaptığım ilk yoga da bu oldu. Sonrasında iş maillerime bir bakıp odadan çıktım. Venetian'a ulaşınca daha kapıdan girince organizasyonun ne kadar görkemli olacağı belli olmuştu. Kahvaltıyı hızlıca yapıp keynote için önlerden yer bulmak hevesiyle salona koştum fakat tek akıllı ben değildim tabi. Yine de önlere doğru bir yerden yer bulabildim. Keynote her zaman olduğu gibi çok etkileyiciydi, bu senenin açılış konuşmasını Bill Clinton yaptı. Clinton Foundation'ı ve teknolojiyle olan ilişkilerini anlattı. Keynote'un devamı da çok iyiydi, fakat biraz fazla uzadı. Onun yüzünden diğer session'larda biraz kayma yaşandı. Öğleden sonraki session'lar özellikle çok iyiydi. Bu günlük program bitip otele döndüğümde midemin beklediğim gibi bozulduğunu fark ettim.

Akşam Las Vegas'taki önde gelen yoga merkezlerinden biri olan Barefoot Sanctuary'de Craig Hobbs'la Handstand for Beginners dersine girdim. Çok keyifli bir dersti. Craig de çok eğlenceli ve sıcak bir insan. Derste benden başka, hayatında ilk kez handstand yapmak için gelmiş bir kız daha (Rose) vardı. Ders çok keyifli geçti, ders sonrası yaptığımız üç kişilik acroyoga ise keyfimize keyif kattı. Rose'un çekip bana gönderdiğini iddia ettiği fotoğraflar hala bana ulaşmadı.

Yoga sonrası ise Barefoot Sanctuary'nin de içinde olduğu Whole Foods Market'ten hazır yemek ve sonradan tadını hiç beğenmediğim hindistan cevizi suyu alıp otelime döndüm. Las Vegas'a gelmişsin, yardırsana akşamları dediğinizi duyar gibiyim ama programlar o kadar yoğun oluyor ki ne kafa ne de vücut kalıyor akşamları. Yorgunluktan yine yemeği zor tüketip kendimi kocaman yatağa zor attım. 

4 Mart Salı:
Venetian'a gitmek için bindiğim Jamaika'lı taksicinin kredi kartı makinesi bozukmuş. Bütün yol boyunca bana bunu anlattı. Bugünkü oturumlardan sonra ise konferansa gelmiş diğer Türk arkadaşlarla Yammer üzerinden haberleşip buluştuk ve Neudesic'in sponsor olduğu Nascar partisi için yarış pistine gittik. Bizim için güzel bir parti organize etmişler. Güzel yemek ve içecekler, bir rock konseri, atariler ve en güzeli yarış pistinde gerçek yarış arabalarıyla sürüş deneyimi. Kase şeklinde pistte saatte 180km'nin üzerine çıkmak hoş bir deneyimdi. 

5 Mart Çarşamba:
Bugün oturumların arasında bir fırsatını yakalayıp New York New York'taki roller coaster'a binme şansımız oldu. Çok acayip bir şey değil fakat çok roller coaster tecrübem olmadığı için benim bindiklerim arasında en iyisiydi. Sonrasında da yakınlarda olan bir Best Buy'a gidip bana verilmiş olan birkaç siparişi satın aldım.
Öğleden sonraki oturumlardan sonra Wolf Theater'da, Frank Sinatra anısına yapılmakta olan bir anma şovuna gittim: Shades of Sinatra. Çok başarılı bir şovdu, keyifli bir gece yaşattılar izleyicilere. En sonunda ise otele dönüp Fu adlı uzakdoğu restoranında yemek yiyip Dragon isminde bir kokteyl içtim. Bunun adını özellikle yazıyorum çünkü kelimelerle anlatamayacağım güzellikte bir kokteyldi. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin.

6 Mart Perşembe:
Bugünkü oturumların arasında Microsoft mağazasından biraz alışveriş yaptım ve fuar alanını ziyaret ettim. Bu sefer çok fazla her katılımcıyla ilgilenmedim ama bir tanesi çok ilgimi çekti. Bir stand yapmışlar, kocaman bir panoda birer santim arayla delikler var, her deliğin numarası var ve her numaraya girmesi gereken farklı renklerde çiviler var. Bu çivileri takınca da büyük bir resim ortaya çıkacak. Bir manken kız ve o markanın görevlisi iki kişi takmakla uğraşıyorlardı benim neymiş bu diye baktığımı görünce "gel bak çok rahatlatıcı bir aktivite" diye beni çektiler olaya. Gerçekten diğer oturum başlayana kadar çivi taktım ve baya terapi gibi geldi.

Oturumlar sonrasında ise strip'te geze geze otele geldim. Klasik olarak Hard Rock Cafe, Harley Davidson Cafe gibi mekanlara uğradım. Yemekten sonraysa Cirque du Soleil'in Ka adlı şovuna gittik. Beni çok etkilediğini söyleyemeyeceğim. Ama yine de güzeldi.

7 Mart Cuma:
Bugün Büyük Kanyon günü. Sabah önce bizi otelimizden küçük araçlarla alıp MGM'in garajında daha büyük bir otobüse teslim ettiler. Orada ufak bir kahvaltı da vardı. Arizona'yı da görmüş oldum bu gezi sayesinde. 4 saatin üzerinde çölün ortasından yer yer Route 66'dan yaptığımız yolculuk sonrasında kanyona ulaştık. Ciddi derecede büyüleyici bir yer. Uçsuz bucaksız bir boşluk, görsel bir şölenin yanı sıra çok farklı şeyler hissettirebiliyor. Örneğin evrende nasıl varlığımızın yokluğumuzun bir olduğunun minicik bir demosu. Büyülene büyülene kanyonu izleyerek 2 saatlik yürüyüş sonunda aracın bizi tekrar alacağı noktaya ulaştım. Yine uzun bir yolculuk sonrası otele döndüğümde ise yorgunluktan kılımı kıpırdatamayacak haldeydim. Cuma akşamı olduğu için Vegas hareketlenmişti. Bunu ilk olarak bizim otelin lobisindeki direklerin striptizci kızlarla dolu olduğunu görünce anladım.

8 Mart Cumartesi:
Bugün San Francisco'ya gidiş günü. Kalıp bavulu falan hazırladım ve oteldeki restoranlardan birinde hafif bir kahvaltı yaptım. Simla'dan bir haftadır haber alamamak beni endişelendiriyor fakat bugün için sözleşmiştik, herhalde beni bekliyor olurlar diye umuyorum. Checkout yapıp havaalanına gittiğimde daha bir sürü vaktim vardı. Bavul teslim etmek hiç bu kadar kolay olmamıştı. Zaten yerinizi bilet alırken seçiyorsunuz, sonra havaalanında bir banko var, oradan biniş kartınızı kendiniz yazdırıyorsunuz ve hemen o biniş kartını göstererek bavulu 15 saniyede teslim ediyorsunuz, bitti. Toplam süre 1 dakikanın altında. Böylece kuyruk falan da yok. Keşke bizde de böyle olsa. Uçağı beklerken birkaç bölüm Frasier izledim ve Virgin America'nın konforlu uçağında, o meşhur safety instructions filmini izleyip kısa bir uçuş sonrası San Francisco'ya ulaştım.
Air Train ve BART'ı keşfedip Simla'lara en yakın durakta indim ve yürüye yürüye Simla'lara ulaştım. Kapıyı çaldığımda Simla, kucağında birkaç aylık dünya tatlısı bebekleriyle bana gülümsüyordu. Argyris ve Simla'yı görmek ve bebekleriyle olan sevinçlerini paylaşmak benim için çok hoş bir tecrübeydi. Bana yeni evlerinin çatı katını tahsis etmişler, çok büyük ve güzel bir kattı, tam bir yoga stüdyosu gibi. Zaten baya bir yoga yaptım bu katta gidene kadar. Akşam yatana kadar sohbet muhabbet ettik, yemek yapıp yedik, çok keyifli ve yorucu bir gün oldu hem yolculuktan ötürü benim için hem de hiç susmayan Thomas Ege'cikten ötürü Simla ve Argyris için. Argyris'in arkadaşları Mike ve Ross'un gelmesiyle ortam iyice renklendi. 1 haftalık yalnızlığımdan sonra bu kadar keyifli insanla bir arada olmak gerçekten mutluluk vericiydi.

9 Mart Pazar:
 Bu sabah erken uyanıp Yoga Mayu'ya gidip Jody Hahn ile Vinyasa Flow dersine katıldım. Jody hem süper bir insan, hem de çok iyi bir eğitmen çıktı. Baya keyifli bir ders ve sohbet oldu. Yurtdışında girdiğim ikinci yoga dersinden sonra anladım ki, bu iş evrensel, nereye gidersen git, sağa sola bakmadan, hangi dil olduğu da fark etmez, hatta anlamadığım bir dil bile olabilir, çok rahat ve doğal akışında geçiyor ders.

Yoga sonrası eve geri geldiğimde, ev sakinleri yeni kalkıyorlardı. Hep beraber evden çıkıp brunch için yakın bir kafeye adımızı yazdırıp (San Francisco'da bir kafe özellikle güzelse, oturmak için illa sıra bekliyorsunuz) başka bir kafeye kahve içmek için oturduk. Sıra bize geldikten sonra da asıl hedefimiz olan yerde oldukça doyurucu bir kahvaltı yaptık. Sonra onlar eve giderken ben Market Street'in yolunu tuttum ve oradan da ta Fisherman's Wharf'a kadar yürüdüm. Alışveriş yaptım, fotoğraf çektim, sağa sola baktım, keyifli bir gün geçirdim. Akşamsa Chinatown'un içinden geçerek eve geldim. Akşam yemeği için yine yakın bir Japon restoranına gidip (Simla'ların ev merkezi bir yerde ulaşım her yere çok rahat) kaliteli sohbetler eşliğinde leziz yemeğimizi yedik. Ardından Ross'u o kadar ısrar etmeme rağmen kandıramasam da tek başıma Crazy Horse'a gittim. San Francisco'da bu iş çok gelişmiş değil, hem pahalı hem de hareketsiz (sakin). Birkaç saat takılıp çok keyif alamayıp eve döndüm ben de. Pazar olmasının da etkisi vardı gerçi. Yine de görmüş oldum.

10 Mart Pazartesi:
Bugün işimiz çok. Dolayısıyla erken kalkıp yakın bir kafede kahvaltımı yapıp BART'la Embarcadero'ya gittim. Oradan feribotla Sausalito'ya geçtim. Denizden San Francisco'ya bakmak çok keyifliydi. Sausalito'da indiğim gibi bisiklet kiraladım ve başladım Golden Gate'e doğru pedal çevirmeye. Gidiş oldukça çok yorucuydu çünkü durmadan yokuş tırmanılıyor doğal olarak deniz seviyesinden köprünün üstüne ulaşmak için. Köprünün ayağının dibinde tepe üstü duruş yapmayı da ihmal etmedim tabi. Vista Point'ten geçerek karşı tarafa geçtim ve geri geldim. Dönüş çok hızlı ve kolaydı tabi. Yolda durup bir İtalyan restoranında pizzamı da yedim. Bisikleti teslim edip dönüş feribotunu beklerken canım dondurma çekti. Amerikalıların porsiyonların ne kadar büyük olduğunu unutmuşum, bir dondurma verdi eleman bana, ye ye bitmiyor. Yarısını yiyebildim sonra feribotla tekrar San Francisco'ya geçtim. Pier 1'den Pier 33'e kadar koştur koştur gidip Alcatraz'a giden tekneye atladım ve geçen sefer göremediğim ve çok istediğim ikinci yer olan bu hapishaneyi ziyaret ettim. Audio tour çok ama çok başarılı bir şekilde sizi yönlendiriyor, giderseniz sakın almamazlık etmeyin. Çok etkileyici bir ziyaretti, hem manzaralar hem de anlatılan hikayeler açısından.
Akşam eve döndüğümde ise Simla'lar beni ve o gün gelmiş olan Argyris'in kardeşini süper bir Arjantin restoranına götürdüler. Çok güzel yemekler yedik, güzel hoş sohbetler ettik ve eve döndüğümüzde enerjiler tükenmişti, özellikle de bende diyeceğim ama bebek bakmak da ayrı bir yorgunluk. Bir bölüm Archer izledim, (Archer'ı da çok sevdim) ve kendimi tatlı uykunun kollarına bıraktım.

11 Mart Salı:
Sabah kalkıp yogamı yaptıktan sonra aşağı indim ve Simla, Argyris ve Argyris'in kardeşinin hazırladığı müthiş kahvaltıyla karşılaştım. Kahvaltıdan sonra arkadaşlarımla vedalaşıp havaalanının yolunu tuttum. Yine aynı şekilde sorunsuz bir biçimde tüm işlemleri halledip Los Angeles'a ulaştım. FlyAway'i bu sefer daha az bekledim, metroysa hemen geldi, metroyla Hollywood'a, oradan da Sunset'teki otelime sorunsuz ama yorucu bir yürüyüşten sonra ulaştım. Hemen bavulları bırakıp kendimi sokağa attım ve güneye yürüyüp Melrose'da başladım bir uçtan diğer uca yürümeye. Bir çok ilginç dükkan gördüm, hatta bir tanesinin sahibi (Scream Famous - Canan) Türk çıktı, biraz sohbet ettik. Dönüşteyse Allison'ın tavsiyesiyle otele çok yakın bir plazada ayak masajı yaptırdım. Oldukça rahatlatıcıydı. Sonrasında Bossa Nova'da yemek, ardındansa The Woods'ta bir kokteyl ile günü sonlandırmak niyetindeydim. Vegas'taki Fu'da içtiğim Dragon'ın etkisiyle Woods's'taki barmene dedim ki "bana baharatlı acı bir kokteyl ver". Adam da "nasıl olsun" dedi ben de "herhangi bir şey ver, acı ve sert olsun" dedim. O an adamın gözlerindeki ifadenin, birazdan acıyı saç diplerimden çıkarttıracağını maalesef anlayamadım. Böyle bir kokteyl yok. Acı ötesi. Delikanlılığa leke sürdürmemek için içtim fakat keyif meyif almadım, sadece acı çektim. Bu acımı rahatlatan tek şeyse barda durmadan çalan Iron Maiden ve Pantera şarkılarıydı. Bar sonrası Seventh Veil'e gitme niyetindeydim fakat yorumlara bir bakayım dedim, baktım kimse beğenmemiş, ben de gitmedim.

12 Mart Çarşamba:
Kahvaltı sonrası atladığım gibi metroya, Universal Studios'ta aldım soluğu. Geçen sefer burayı da görmemiştik, çok şey kaçırmışız. Çok eğlenceli bir park. Önce city walk'ta dükkanlara biraz baktım, sonrasında da parka dalıp o ride senin bu atraksiyon benim hunharca her gördüğüm yere girdim. Özellikle Transformers müthişti. Jurassic Park'a binecekler için de dikkat derim, denize düşmüş gibi ıslanıyorsunuz, benim gibi pasaport cep telefonu cepte falan binmeyin mümkünse. Park sonrası en sevdiğim ve Türkiye'de çok az çeşidi olan Sketchers marka bir çift ayakkabı alıp otele döndüm ve yoga için hazırlandım. Yoga Works'te George Kosmitis'le harika bir Vinyasa Flow dersi yaptık. George çok süper bir eğitmen, ders de çok eğlenceli ve güçlüydü. Yoga sonrası Walgreens'ten biraz alışveriş yapıp yakın bir kafede karnımı doyurdum. En sevdiğim LA barı olan Saddle Ranch ve en sevdiğim LA kulübü olan Body Shop için hazırdım. Önce gidip Saddle Ranch'te biraz demlendikten sonra Body Shop'a girdim. Eskisi gibi değil sanki, biraz köhneleşmiş, eskimiş. Yeteri kadar hareketli değildi. Yine eğlenceli anlar yaşadım fakat beklediğim kadar keyif alamadım. Çok kalmadan döndüm.

13 Mart Perşembe:
Bugün Santa Monica günü. Kahvaltının ardından 704 numaralı otobüsle 1 saatlik bir yolculuğun ardından plaja ulaştım. Önce plajı bir yarım saat kolaçan ettim yerinde duruyor mu diye, sonra YMCA'e gidip instagram'dan tanıştığım ve hayranlıkla izlediğim insanlardan biri olan Mandy Martini'nin dersi için beklemeye başladım. Zamanı gelince Mandy'ciğim kapıda belirdi. Küçücük şirin bir kızcağız. İki kişi daha geldi ve diğer insanların yeni başlıyor olmasından ötürü vinyasa flow dersi temel yoga dersine dönüştü. Temel yoga dersini küçümsemiyorum asla, ama Mandy'yi bir kez yakalamışım, güzel bir akış dersi yapmayı tercih ederdim. Normalde power'a yakın bir akış yapıyorum, bugünkü insanlar için temel gibi bir ders oldu dedi sonra dersin ardından bana. Ders sonrası beraber biraz yoga yapıp birkaç poz fotoğraf çektirdikten sonra plajın yolunu tuttum. Önce iskelenin altında biraz fotoğraf çektim, sonra güzel bir yerde konuşlanıp biraz güneşlenip kendi kendime biraz akış çalıştım. Handstand pratiği için kum zemin çok ideal, çünkü düşünce yumuşak yere düşmek iyi oluyor. Uzun bir süre çalıştım, ara ara merakla izleyenler de olmadı değil, ama genel olarak oradaki insanlar bu tarz şeylere insanlar alışık.
Akşama doğru yoğun trafiği çekerek otele geri döndüm, yıkanıp paklanıp karnımı doyurup iki kadeh bir şeyler içmek için dışarı çıktım. Allison'ın tavsiye ettiği yerlerden biri olan food+lab'de yemek yeme hedefindeydim ama restoran o saatte kapanmıştı. İkinci hedefim olan Bar Lubitsch'e gideyim bari dedim, orada yiyecek bir şeyler bulmak ümidiyle ama orada da yemek yokmuş. Jones'tan pizza söyleyebiliyormuşuz, bara pizza söyledim, kokteyl eşliğinde pizzamı tükettim. Bir kokteyl daha içip otele döndüm ve bu yorucu günü noktaladım.

14 Mart Cuma:
Bugün son gün. Sakin geçirme niyetindeydim. Hollywood ve civarını gezdim, yine Hard Rock, Harley Davidson, Sketchers, hediyelikçiler gibi yerleri gezdim. Hollywood Museum'a girdim, çok süper bir müze değil ama Marilyn Monroe, Rita Hayworth gibi hayranı olduğum bazı kişilerin kişisel eşyalarını görmek güzeldi. Los Angeles'taki son akşamüstümü de yine 2 gün önce olduğu gibi Yoga Works'te George'un vinyasa flow dersine giderek geçirmek istedim. Bu seferki ders çok daha sertti. Dönüşte yemeği halledip bir tane ekstra bavul alıp otele döndükten sonra akşam çıkıp gitmek niyetinde olduğum Jumbo's Clown Room için enerjim kalmamıştı. Bavulları toparlayıp yattım.

15 Mart Cumartesi:
Bugün dönüş. Otelden çıkışımı yapıp bavulları otele bırakıp kendimi son kez dışarı attım. Dördüncü ve son çift Sketchers'ımı almak için Off Broadway'e gittim fakat istediğim ayakkabının istediğim numarası yoktu. Bir sürü vaktim vardı, ben de Chinatown'a gitmeye karar verdim. Metroyla Union Station'a gittim, oradan Mexico Town'dan (ismi ben uydurdum - gerçekten Meksika'ya benzeyen bir bölge) geçerek Chinatown'a kadar yürüdüm. Allison'ın siparişleri alıp biraz da bu iki mahalleyi gezip geri geldim ve bir Meksika büfesinden hızlı bir şeyler alıp yedim. Ne yediğimi hatırlamıyorum ama "bu 15 gün boyunca hiç birşey beni ishal etmediyse bu kesin eder" tadında bir şeydi. Birşey olmadı gerçi.

Otele dönüp uçuş kıyafetlerimi (en paçoz eşofmanlar) giyip aynı yoldan (metro-FlyAway) havaalanına gittim. Checkin sırası beklerken (Virgin'i hatırlayın), 15 tane bavuluyla bir Türk görünümlü teyze ve ona yardım eden 2 tane safkan Amerikan punk kız geldi sıraya. Kızlardan biri önce bavul taşımaya yardım eden adamla bahşiş yüzünden (zaten şu bahşiş büyük dert Amerika'da, niye az bahşiş verdin diye restoran veya herhangi bir hizmetin kapısından çıktıktan sonra seni sokakta kovalayabiliyorlar) kavga etti. Ama sanki kadının kendi kızı gibi kavga ediyor. Diğer kız da sırtında gitar, kavgayı izleyip adama sövüyordu. Sonra kızlara sordum ne ayaksınız diye, kadına yardım ediyorlarmış (ne alaka olduğunu söylemediler) kadın da ülkesine dönüyormuş (Türkiye değil) ve akrabalarına hediye götürüyormuş bavullar onun içinmiş. Şu 15 gün içinde gördüğüm en çılgın görüntüydü.

Neyse, sıra bana geldiğinde düştüğüm bankodaki görevli Türk'tü. İlk kez yurtdışında THY'de çalışan bir Türk'e rastladım. Online checkin'de alamadığım ve istediğim koltuğun boş olduğunu görünce hemen aldım. Büyük şans. Polisten geçtikten sonra kapıya yaklaştıkça Türkçe konuşanlar artmaya başladı. Sonradan öğrendim ki uçak yine bir tur şirketinin yaptığı turun insanlarıyla doluymuş. Yani bir uçak dolusu, orada tanışıp kaynaşmış, birbirlerine kendilerini tanıtma hevesleri geçmemiş, yüksek sesle konuşan ve şakalaşan insan grubu, bir de ben ve birkaç zavallı turist daha. 

16 Mart Pazar:
Uçaktayız. Tabi ki önümdeki ve yanımdaki insanlar problemliler. Önümdeki kişi koltuğu yatırınca dar yerim iyice daraldı. Yanımdaki de 1,5 kişilik yer kaplayınca oturmuyor gibi birşey oldum. İçecek servisi başlayınca hayatımda ilk kez uçakta içki istedim ve viskiye abandım. İki bardak içtim. Standart bir viskinin beni böyle çarpacağını düşünemezdim. Moralim de bozuk olduğu için hızlı etkilendim. Dünya dönmeye başladı. Ama bu sevindiriciydi çünkü uyuyabilirsem bu işkenceli yolculuk hızlı biterdi.

(Şu an aynen uçakta not defterime yazdığım gibi aktarıyorum) Hobbit'i taktım, 3 saat izledim fakat hiç birşey anlamadım. Aynen benim ruh halimle eşdeğer görüntüler görüyorum. Özellikle de yüzüğü takınca. Hostesler ikinci kez içki servisi yapıyorlar. Yeni bir içki alsam mı acaba? İnsanlar havada uçuyorlar sanki. Gravity'yi taktım. Gidiş uçuşumda da bu filmi izlemiştim, beni en etkileyen sahne olan Sandra Bullock'un telsiz sinyali yakalayıp konuştuğu (daha doğrusu dilini anlamadığı için konuşamadığı) kişilerin köpekleri havladığında umudu kesip ağladığı sahneyi açıp sadece orayı izleyip kapattım. Yemek geliyor galiba. Tüm uçağın koltuğu dik önümdekinin koltuğu yatık. More whisky. Like Crazy diye bir film izledim, bozuk moralimi daha da bozdu, ağlamaklı ruh halimi iyice yerden yere vurdu. Buradan sonra birkaç saat uyudum sanırım. Uyandığımda inişe 3 saat vardı. İstanbul'a ulaşıp da Karadeniz'den sonra kara gözükünce iyice ağlamaklı oldum. Özleyeceğimi biliyordum da bu kadar özleyeceğimi tahmin etmezdim. Ama hepsi 15 günlük seyahati tek başıma yapmış olmaktan kaynaklanıyor.

İstanbul'a sorunsuz ulaştık. Havaalanından çıkana kadar da hiçbir sıkıntı ve anormal olay olmadı. En çetrefilli ama en sorunsuz seyahatlerimden biri oldu bu. Çılgın şehirse bana her zaman olduğu gibi ne kadar özlediğini hemen hissettiriverdi. Hemen.

2 Kasım 2013 Cumartesi

Tüm Doğu Karadeniz ve Batum


13 Ekim Pazar, Trabzon - Artvin: 
Beklenen Pazar günü gelip de henüz hava aydınlanmadan havaalanına vardığımda, korktuğum kalabalık yoktu. Geçen bayram kalabalık yüzünden uçağa ucu ucuna yetişmiştim. Bu bayramda içeri giriş ve checkin toplam 10 dakika sürdü. Kusursuz bir uçuşun ardından Trabzon kapalı bir havayla beni karşıladı. Havaalanında Bukla tur ararken, logosu Bukla'ya çok benzer başka bir turizm şirketinin bankosundaki insanlar tur nerede toplanacak, tüm Doğu Karadeniz ve Batum turu yok mu hani gibi sorularıma anlamsız bakışlarla karşılık verdiler. Kafamı bir kaldırdım ki bambaşka bir dünyadalar abiler.

Havaalanın dışında oturup telefon beklemeye başladım. 10 dakika sonra telefonum çaldı ve telefonun ucundaki ses Yalçın'dı.

Grupla buluşup diğer insanların da gelmesini bekledik ve daha sonra gelecek olan iki kişiyi daha sonra almak üzere yola çıktık. Henüz kimse birbirini tanımıyordu ve herkes sessiz sakindi. Kimse önümüzdeki günlerde oluşacak uyumu tahmin etmiyordu.

İki eksiğimizle beraber camiye dönüştürülen Ayasofya Kilisesini ziyaret ettik. Kilisenin içinde ve dışında fotoğraflar çekip hemen yanıbaşında bulunan çay bahçesinde hafif bir kahvaltı yaptık. 

Sonrasında tekrar havaalanına gidip Ankara ve İzmir'den gelecek olan arkadaşlarımızı beklemeye başladık. Ankara'dan gelecek olan arkadaş hemen geldi, fakat İzmir'liyi yaklaşık bir saat daha bekledik. Beklenen arz-ı endamla birlikte grup tamamlanmış oldu. Hedefimiz Sümela Manastırı idi.

Yoldan bize Sümela'yı anlatacak rehberimizi de aldıktan sonra Maçka üzerinden manastıra doğru yollandık. Yolda bir noktada durup manastırı uzaktan fotoğraflama şansımız oldu. Bu nokta, daha önceden hep manastırın fotoğraflarını ve videolarını gördüğüm nokta idi. Görünce işte burasıymış dedim. 


Manastırı ziyaret edip içini detaylıca gezip dinledikten sonra karınlar feci acıkmıştı. Soluğu meşhur Nihat Usta'da aldık ve çorba, Akçaabat köftesi ve laz böreğinden oluşan menümüzü 5 dakika içinde tükettik. Daha ilk günden mutfak konusundaki büyük vaatlerini yerine getireceğini belli etmişti Karadeniz.

Yemekten sonra yola çıktık ve yaklaşık 3 saat süren bir yolculuk sonrası Artvin - Hopa'daki otelimize vardık. Otel iyi güzeldi fakat benim odamda duşta bir sorun vardı, tüm suyu banyoya tahliye ediyordu. 2 gün toplam 4-5 kez söylememe rağmen yapmadılar. Sağlık olsun. Ben de onları janjanlı oda anahtarımı teslim etmeyi unutarak cezalandırdım.

14 Ekim Pazartesi, Artvin:
Sabah kahvaltısının ardından yola koyulduk. Hopa'dan çıkıp, Cankurtaran geçici - Borçka üzerinden Karagöl'e ulaştık. Karagöl, ziyaret ettiğimiz yerler arasındaki en güzel yerlerden biriydi. Gölün etrafını yaklaşık 1,5 saatlik bir yürüyüşle dolaşıp başladığımız yere vardık. Herhalde en çok fotoğraf çekilen yerlerden biri burası oldu. Gerçekten buranın her yeri daha bir tablo.


Karagöl'den sonra Camili köyüne vardık. Köyü ve camiyi gezdikten sonraki durağımızsa Maral Şelalesiydi. Muazzam büyüklükteki şelaleyi hem yukardan hem de dimdik patikadan dibine kadar inerek altından fotoğrafladık. Heybetli şelalenin dibinde fotoğraf çekmek sıçrayan sular yüzünden çok zordu. 


Karınlar feci acıkmıştı fakat bizi öyle güzel bir ödül bekliyordu ki... Sevda Abla'nın mekanına konuk olduk ve sıcacık ev ortamında, muazzam manzaraya baka baka, enfes yemekleri lüplettik. Ardından da ister manzaraya bakarak köpeklerle boğuşup, isterse içerde sobanın karşısında çaylarımızı içtik. Grup artık iyice samimileşip kaynama noktasına ulaşmıştı. Sevda Abla'nın misafirperverliğiyse çok ciddi boyutlardaydı. Evde olmadığım kadar rahat oldum şahsen, keza grup da öyleydi.

Hopa'ya geri dönüş yolumuzda ise karşımıza çıkan sis ve kar bizi korkutmuştu ancak Necip abi için bu yollar çocuk oyuncağıydı. Bizse bunu daha sonra anlayacaktık. Hopa'ya vardıktan sonra ise geceyi keyifli bir sofra ve muhabbet ile sürdürüp, ardından da banyonun içine akan  (sonradan öğrendim ki bunu yaşayan tek ben değilmişim) duşla noktalardım.

15 Ekim Salı, Batum - Ayder:
Bugün Batum günü. Aynı zamanda bayramın birinci günü. Sabah kahvaltısının ardından bavullarımızı toplayıp lobiye bıraktık ve Gürcistan'a doğru yola çıktık. Yolda herkes sevdikleriyle bayramlaştı. Bense sırf artizlik olsun diye Gürcistan'a geçtikten sonra manuel olarak Türkiye operatörünü seçip öyle bayramlaştım. 

Gürcistan'a geçerken nüfus kağıdından başka bir şeye ihtiyaç yok. Fakat nüfus kağıdının temiz olması gerekiyor. Yırtıklık, solukluk veya leke varsa problem çıkabiliyor. Bir arkadaşımız sadece bu yüzden girerken oldukça zorlandı. Fakat Yalçın'ın da yardımlarıyla yaklaşık 45 dakika sonra Gürcistan'a geçebildiler.

Burada bizi Gürcü rehberimiz İamze karşıladı. Batum'la ilgili detayları dinleye dinleye botanik parkına ulaştık. Burada çok çeşitli ağaçları ve envai yeşilliği gördükten sonra sahil yolundan Batum şehir merkezine ulaştık. Yemek için gittiğimiz ahşap restoranda bizi geleneksel Gürcü dansından oluşan kısa bir şovla karşıladılar. Yemekleri ve şarabı enfes olan bu restorandan çıktıktan sonra şehir merkezinde yürüyerek Batum sokaklarını gezmeye başladık. 


Kiliseler, muhteşem tiyatro binası, şık oteller, ters duran restoran, altın post heykeli ve park gibi yerleri görüp, alışveriş yaptık. Hava pırıl pırıl ve sıcaktı. Batum da günbatımını izlemek için harika bir yer. Muazzam kareler vere vere uğurladı bizi Türkiye'ye.

Sınırdan geçtik ve Ayder'deki otelimize uzun bir yolculuk sonunda ulaştık. Odalara yerleşmenin hemen ardından yemek saati gelmişti. Oberj'deki ortam ev gibi. Yemeğe katlara çıkılıp seslenilerek çağırılıyor insanlar. Enfes yemekler ve tatil boyunca yiyeceğim en güzel laz böreğini (Zeki Usta'nın hünerli ellerinden) yedikten sonra kapının önündeki çardakta içkilerimizi yudumlamaya başladık. Çok keyifli bu gecenin sonunda odama duşun hayaliyle döndüm fakat daha odama girerken otelde komşu odalar arasında sesten ötürü bir takım huzursuzluklar olduğunu farkedip duş fikrimden vazgeçip hemen yatağa girdim.

16 Ekim Çarşamba, Ayder:
Sabah kahvaltımızın ardından kumanyalarımızı hazırlayıp yola çıktık. Bugünkü rotamız Avusor'du. İsmi çok karizmatik olan bu yaylaya araçla gidip göle yürüyerek devam ettik. 2 saatin üzerinde süren ve grubumuzdaki birkaç kişiyi zorlayan bu yolun sonunda bizi muazzam bir manzara karşıladı. Bu göl, turda gördüğüm en güzel manzaralardan biriydi. Necip abi de tabi ki aracı bırakıp bizden önce ulaşmıştı bile göl kenarına. Gölün büyük kısmı donmuştu, üzerinde yürüme ve yoga yapma imkanımız oldu. Biz ful ekipman olmamıza rağmen birkaç zaiyatla göle çıktık, dinlenip yemeklerimizi yerken; kot, gömlek ve kösele ayakabı gibi günlük kıyafet giymiş yerel trekçiler geldiler ve gölün üzerinde kırdıkları bir buz kütlesiyle maç yaptılar. Resmen bizimle dalga geçer gibiydiler. Dönüş yolunda da biz karların içinde bayır aşağı yardırmaya çalışırken abiler yanımızdan uçarcasına geçtiler. Hiç ekipmansız, sanki normal yolda yürüyor gibiydiler. Hedefimize vardığımızda ise çoktan varmış olan bu abiler tarafından karşılandık.


Dönüşte bir kısmımız otele 1-2 saatlik bir mesafe kala araçtan atlayıp Oberj'e ormanın içinden yürüyerek ulaştık. Otele vardığımızda da kendimi 2 gündür özlemini çektiğim duşa atıverdim. 

Akşam yemek sonrası avluda tulum eşliğinde horon oynadık. Ben bile katıldım ve öğrenmeye çalıştım. Horon sonrası her zamanki gibi çardağımızda demlenip muhabbet edip huzur dolu uykumuza daldık.

17 Ekim Perşembe, Ayder:
Bugünkü hedeflerimiz sayıca biraz fazla. Kahvaltıdan sonra yola çıkıp Fırtına Vadisi üzerinden önce  Palovit şelalesini ziyaret ettik. Araçla şelalenin dibine kadar girebildik. 


Şelale sonrası durağımız Zil Kale idi. Çok güzel bir konumda bulunan bu kaleden çok hoş fotoğraflar çekilebiliyor. Kaleden sonra da karşı tepede bulunan konakları ziyaret ettik ve bir tanesinin içine girebildik. Bu konakların manzaraları da gerçekten çok iyiydi. 


Konaklardan sonra Sevdaluk dizisi için restore olan Çinçiva köyündeki kahvede dereye nazır çaylarımızı içtik. Ardından yine yakınlarda olan Sini Cafe'de Filiz ablanın ellerinden çok lezzetli yöresel öğle yemeğimizi yedik ve bir sonraki aktivite için hazırdık: rafting ve zipline.

Rafting için araçla daha yüksek bir yere çıktık ve bıraktık kendimizi buz gibi sulara. Tabi ıslana ıslana bata çıka parkurun bitimine ulaştığımızda tir tir titriyorduk. Buna grubumuzdaki kızların yedek çamaşır getirmeyi unutmaları da eklenince, yapılacak tek bir şey vardı: Çamlıhemşin'den yöresel etek satın almak! Kızlar bu eteklerle çok şık oldular :)

Ayder'e geri dönünce ise hemen kendimizi sıcak duşa attık. Yemekten sonra ise Ayder'deki artık turistik bir caddeye dönüşmüş olan yoldan aşağı doğru hediyelikçilere baka baka indik. Biz dükkanlara bakarken, ilerden birinin bize seslendiğini gördük, bir baktık ki Necip abi bizi çağırıyor. Bu çağrıya kulak verdik ve içerde bir kemençeci dayı, karşısında Yalçın, Hemşin Yaylaları'nı söylüyor. Biz de hemen katıldık tabi. 

18 Ekim Cuma, Ayder:


Bugünkü parkur zorlu. Ama bizim için değil, araç için :) Ayder'den Çinçiva'ya kadar Necip abiyle gidip orda komple unimog'a transfer olduk. Yalçın'la biz tabi ki aracın tepesindeki kasada gittik. Pokut - Sal yaylalarına varınca, yabanmersinlerini kopartıp yiyerek yaptığımız kısa bir yürüyüşle yemek yiyeceğimiz bölgeye ulaştık. Ahşap evlerle dolu bu iki yaylada elektrik kabloları bile yerin altında. Etrafı da ormanla çevrili. Dolayısıyla muhteşem kareler sunabiliyor. Biraz etrafta serseri mayın gibi dolaştıktan sonra mangal hazırlıkları başladı. Resmen ailecek pikniğe gitmişiz gibi. Herkes işin bir ucundan tuttu, salatalıklar domatesler doğrandı, mangal yakıldı, sucuklar tavuklar pişirildi, patatesler biberler közlendi ve hepsi bir güzel mideye indirildi. Ardından sıra Yalçın'ın büyük sürpriz tatlısına gelmişti. Alüminyum folyonun içine bir kutu helva dağınık vaziyette boşaltılır, üzerine muzlar ince dilimler şeklinde doğranır ve en üstüne de şokella dökülür ve zarf gibi kapatılır. Ardından mangala verilir ve müthiş bir lezzet elde edilir. Bu leziz tatlıyı da mideye indirdikten sonra Pokut Yaylası'nın etrafında 2 saatlik bir yürüyüş yapmak gibi bir maceraya giriştik. Parkur çok kolay olmasına rağmen bizi yordu çünkü yemeğin hemen ardından yürüyüşe geçmiştik. Unimog'a ulaşıp atladık (tabi ki ben ve Rasim kasada) ve tekrar Çinçiva'ya geri döndük. Kahvede tekrar çaylarımızı içip Oberj'e geçtik. Yolda bir gün erken dönecek olan Mehmet Ali'yle Filiz'i Havaş'a transfer ederken ayrılığın ufak bir demosunu yaşadık. 


Duş ve yemekten sonra çardakta biraz demlendikten sonra Ayder'in aşağısında başka bir mekana gidip eğlenmeye orada devam ettik. Sahnede söylenen şarkılara eşlik ettik, horona katıldık, yan masalarla atıştık, yani çok keyifli son bir akşam geçirdik.

19 Ekim Çarşamba, Ayder - Rize - Trabzon - İstanbul
Bugün son gün. Karadeniz bile bu muhteşem grubun burada son günü olduğunu anlamış ki hüngür hüngür ağlıyor. 

Yağmur dolayısıyla Rize Botanik'i gezmekten vazgeçip Rize bezi fabrikasını gezdik. Uzungöl'e yakın İnan Kardeşler'de yedik ve şömine kenarında çaylarımızı içtik. Herkesin içinde bir mutsuzluk, suratlarda hüzün vardı.

Sonra uyuya uyuya Trabzon'a geçip Boztepe'e çıktık. Boztepe'de bir çay bahçesinde çay içtik. Öyle bir tesisti ki ön tarafında deniz manzarası, arka tarafında orman manzarası. Ama iki taraf da tablo gibi, fakat son derece gerçek. İşte böyle bir yer karadeniz.

Boztepe sonrası durak havaalanıydı. Dönüş bileti bir gün sonra olan Aslı dışında hepimiz havaalanında indik. Yağmur altında ayrılış nispeten kolay oldu, buğulu gözlerimiz yağmurda pek belli olmuyordu.

Rüya gibi olan bu turu böyle sonlandırdık. Bu turda bir aile gibi hissetmemizi sağlayan diğer tur arkadaşlarıma, Necip abi'ye ve Yalçın'a çok teşekkür ederim. Hayatımda yaptığım en güzel 3 tatilden biri bu oldu. Ve tabi ki Karadeniz. Anlatmakla bitmez, yaşamak lazım diyorum...

İyi ki yapmışım.

Karadeniz Notları:
  • Oberj'deki odamın penceresinde bir örümcek ağı vardı. Adeta bir sanat harikasıydı. Ama onunla uyuyamazdım. Dolayısıyla ağı toplayıp yattım. Ertesi sabah ağ aynen duruyordu. O akşam bozdum, gene yaptı. Gene bozdum, gene yaptı. Gidene kadar, her akşam bozdum, her sabah yaptı. Ve muhtemelen geceleri odadaki diğer  yatakta yatıyordu.
  • Oberj çok acayip bir tesis. Anlatılmaz yaşanır :)
  • Rize bezi fabrikasındaki görevli kız Laz şivesiyle İngilizce konuşuyordu. I could give you this diyecek I kud cive yu cyis dedi.
  • Yıllardır canlı ve yerinde dinlemenin özlemini çektiğim Karadeniz müziklerine kavuşmak beni benden aldı. 
  • Karadeniz'deki samimi tabelalardan bazıları:
    • Tost bulunur, kalmamış da olabilir.
    • Köpek bozuk olabilir gelirken ıslık çal.
    • Çalışma var dolayısıyla özür dileriz.
    • ... tesisleri 100 metre geride.

Karadeniz sen nasıl bir büyülü bir rüyasın ya? Kimle konuşursam bakıyorum aynı etkiyi yapmışsın üzerinde. Üstelik sadece biz değil, daha önce seni ziyaret edenler üzerinde de aynı etki hala var... Benden silinir mi?

1 Eylül 2013 Pazar

Madrid - Barcelona 2013

22 Haziran, Cumartesi, Madrid:
Gereksizce uzayan vize işlemleri, her zamaki gibi birkaç kişinin birden işinin benim üzerime kalması derken, 22 Haziran günü geldi ve kendimi İspanya'da buldum. Uçuş genel olarak sorunsuz ve hızlı oldu. Checkin'di, pasaporttu falan gereğinden hızlıydı. Madrid'e ulaşınca ilk işim başka terminalde olan metroyu bulmak oldu. 3 aktarma yaparak Anton Martin durağına ulaşmaya çalışırken, Chamartin durağına gitmek isteyen Alman bir bayana yardım bile ettim. Bunda tüm Madrid ve Barcelona ulaşım ve gezi haritalarını ezberlemiş olmamın payı büyüktü.

Anton Martin durağından indikten sonra ilk acemilikle 50 metre ileride olan oteli yaklaşık yarım saat aradım. Good Maps uygulamasının çok ani cevaplar veremediğini de böylece test etmiş oldum. Otele (Hotel Miau) yerleştikten sonra kısa bir dinlenmenin ardından hemen otelin arka tarafında bulunan Santa Ana meydanına attım kendimi ve muhtemelen oranın en ama en kötü restoranını seçtim öğren yemeği için. İnsanlar ingilizce bilmiyordu. Tarzanca aramızda şu diyalogun geçtiğine inanmıştım:

- Burada yeniyim, ne yenir öğlen yemeği olarak güzel şöyle doyurucu, çok açım zaar!
+ Bak şimdi sana karışık tapa'lar getireceğim, buranın yerel halkının en sevdiklerinden ortaya karışık. Tamam mı cano?
- Tamam kanka ayarla bir şeyler!
+ Sen merak etme!

Halbuki diyalog şu şekildeymiş:
- Ne vericen bana?
+ Ne vereyim abime?
- Little little into the middle?
+ Bana bırak!

Bu bana bırak'ın ardından gelen yemek, içinde herşeyin olduğu bir işkembe çorbasıvari yemek oldu. Hayatımda yediğim en berbat şeydi büyük ihtimalle. Böyle içinde işkembeler var, etler var, havuç var, ne ararsan var!.. Yarısını yiyebilip, aç olarak kalktım. Daha sonradan gerçekleşecek olan, "burada kesin bizi McDonalds paklayacak" şakasını yaptım kendi kendime.

Bir sonraki hedef La Caixa makinelerinin birinden Santiago Bernabéu giriş biletimi almaktı. La Caixa'dan internetten alışveriş yaparsanız, kesinlikle sanal kart kullanmayın. Yoksa benim gibi makineden kart geçirerek biletinizi yazdırma aşamasında kalakalırsınız. Üstelik ben bu La Caixa'ları içinde insan bulunan gişe zannetmiştim, meğer bildiğin ATM'ymiş. Sonuç olarak Gran Via'da bir aşağı bir yukarı turladıktan sonra biletimi yazdıramayıp stada gitmeye karar verdim. Stadın gişesindeki kızlara bir bir anlattım, dedim ki biletimi internetten aldım ama La Caixa'larda yazdıramadım, sanal kartla almıştım, aha mail burada, bana lütfen biletimi verir misiniz? Birkaç telefon görüşmesinin ardından "buyrun biletiniz" cümlesi ile mutlu edildim. Bernabéu turu genel olarak iyiydi. Güzel bir stat. İçeride Türk bir aile de buldum, bir süre onlarla takıldım, keyifliydi.


Turun ardından tekrar otel bölgesine geri dönüp Sol civarında diğer arkadaşlarımla buluştum. Boğa güreşi biletlerimizi alıp, soluğu Mercado de San Miguel'de aldık. Tapas'ın dibine işte burada vurulur. Her dükkandan 2-3'er tapas yiye içe karnımızı doyurduk. Bu market bence Madrid'in en görülmesi gereken yerlerinden biri. Her an karnınızı burada doyurabilirsiniz.

Gecenin ilerleyen saatlerinde mağaraya benzeyen (cava) barlarla dolu Cava Baja'da takıldıktan sonra birkaç club'ı kolaçan ettik. Şahsen çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Daha iyilerini görmüştüm, kaçırdığım birşey yok diyerek İspanya'daki ilk uykuma daldım.

23 Haziran, Pazar, Madrid:
Otelin dandik kahvaltısından sonra Madrid müzelerini gezmek için vurduk kendimizi sokaklara. Thyssen-Bornemisza ve Prado müzelerini gezdikten sonra öğlen yemeği için Madrid ara sokaklarına daldık. Yemekten sonra Reina Sofia'yı da gezmeye niyetlendik ama halk günü olduğu için kuyruk devasa boyutlara ulaşmıştı, başka bir güne bıraktık.

Müzelerden sonra Retiro Park'a güneyden giriş yaptık. Çok büyük bir park. Ortasına kadar geldiğimizde bile ayaklarımıza kara sular inmişti. Retiro Park'ın ortasında bile affetmedim, yogamı yaptım, tepetaklak esnek fotoğraflarımı çektirdim. Hava çok sıcaktı yalnız bugün, parkın ortasındaki şahane güzellikteki gölde tekne kiralayıp gezme işini bu yüzden yapmadık ama normal bir mevsimde gidildiyse gayet yapılası bir aktivite.


Retiro'dan çıktıktan sonra Sol meydanına arkadaşlarla buluştuktan sonra güzel bir kafede Sangria içtik ve boğa güreşi için Ventas'a geçtik. Boğa güreşi hakikatten çok vahşi bir olay. Meraktan gittim ama içim bir acayip oldu, pişman oldum, keza diğer arkadaşlar da aynı şekilde hissetti. Avrupa Birliğinin ortasında böyle bir aktivitenin serbest olması hakikaten garip. Şovun başında boğalar tarafından havaya fırlatılan bir iki matador bizi keyiflendirmesine rağmen, kaçınılmaz final hepimizi üzdü.

Boğa güreşi sonrası akıllanmamış gibi, Hard Rock Cafe'ye geçip et ağırlıklı yemeklerimizi yedik. Bu kadar aktiviteden sonra otele sürünerek döndüm. Otelde ise kağıt gibi duvarlar nedeniyle civar odalardaki tüm bağırış çağırış odamdaydı. Uyumakta zorlandım ama bundan ötürü otel yorum sitelerinde benden nasibini aldı.

24 Haziran Pazartesi, Madrid:
Sabah erkenden kahvaltımı edip hava çok ısınmadan birkaç yer görmek için attım kendimi dışarı. Royal Palace'ın etrafını gezdim, oradan da Plaza de Espana'ya geçtim. Burada kocaman bir Cevantes heykeli var, çok güzel. Ardından Gran Via'yı boydan boya bir kez geçtim.

Öğlene doğru otele geri döndüm ve şirketin ayarladığı diğer otele (Hotel Catalonia Plaza Mayor) geçiş yaptık. Bu otel, Miau'ya göre tabi ki süperdi. Odam ise müthiş bir süitti. Burada geçireceğim 5 gün gerçekten çok keyifliydi.


Otelden çıkıp öğlen yemeği için La Latina'daki Sushi Club'a gittim. Kaliteli hizmet, lezzetli yemekler ile karnıı doyurdum. Yemekten sonra Gran Via'yı dik kesen Fuencarral ve Hortaleza caddelerini kolaçan ettim. Biraz alışveriş yaptım. Otele geri dönüp duş yapıp dinlendikten sonra akşam için hazırdım.

Genel müdürümüzün de katılımıyla, önceden rezervasyonunu yaptığımız tapas turu için hazırdık. Tur kapsamında birçok bar ve restoran gezip çeşit çeşit tapaslardan tattık. Arada bir sonraki gün tüm kadronun tamamlanmasıyla gerçekleştireceğimiz yemek için dünyanın en eski restoranı olan Botin'e rezervasyon yaptırdık. Bu tapas turunda sangria ve tapas'ın dibine vurduktan sonra her yurtdışı gezimde olduğu gibi sürünerek otele dönüp zar zor yatağa girdim.

25 Haziran, Salı, Madrid:
Bugün eğitim başlıyor. O yüzden erken kalkıp 7:30'da kahvaltımızı bitirdik. TechEd'in yapılacağı Ifema binasına doğru yola çıktık. TechEd gerçekten büyük, görkemli bir organizasyon. Sevdim. Güzel session'lar, kaliteli keynote(lar) gördük. İlk günün gazına kendimizi o session'dan bu session'a atarak geçirdik.

Eğitimden sonra duşlarımızı aldık, cicilerimizi giydik ve soluğu dünyanın en eski restoranı olan Botin'de aldık. Gerçekten çok eski ve tarihi bir restoran. Ancak yemekleri süper. Çok leziz. Yemeklerimizi keyifle yerken arka masaya 3-4 tane rockçı abi gelip oturdu. Kendilerine dikkat ettim, yarınki konserde sahne alacak gruplardan birileri mi diye ama anlayamadım. Yarın göreceğiz bakalım.

Botin sonrası kendimizi tekrar San Miguel'a attık. Dün içtiğimiz şahane mojito'ları aldığımız yere gittik fakat yeni barmaid'imiz olan Rosa, mojito'yu dünkü arkadaşı kadar iyi yapamadı. Biraz sohbet muhabbet dondurma ile günü sonlandırdık.

26 Haziran, Çarşamba, Madrid:
Bugün Def Leppard, Whitesnake, Europe günü. Eğitim bittikten sonra otele gelip üzerimi değiştirip konser mekanına geçtim. Metro komple rockçıydı klasik, çok güzeldi. Yalnız konsere erken gelmişim. Konser mekanı arena gibi birşey, ve etrafı çok kalabalıktı. Yemek yiyecek bir yer aradım ama hiçbir yeri gözüme kestiremedim. Her yer alelacele yemek yiyen rockçı kardeşlerimle doluydu. Ben ne yaptım, soluğu Burger King'de aldım. En azından klimalı ortamda sakince yemeğimi yedim ve konser mekanına girdim. İçersi çok kalabalıktı. Sahneyi soldan gören bir bölgede kendime yer buldum. Europe çok iyiydi. Bu adamların performansla yaşları arttıkça daha da artıyor. Whitesnake'in yarısını bira kuyruğunda geçirdim, Def Leppard'ı da bise kadar keyifle izleyip, izdihama kalmamak için kendimi dışarı attım. 


Tekrar Cava Baja'ya döndüm ve bir barda bizimkileri bulup bir süre onlarla takıldım. Herkesin farklı bir bölgeye yönelmesiyle sonlanan geceyi bense otele kadar yürüyüşün ardından sonlandırdım.

27 Haziran, Perşembe, Madrid:
Bugün eğitimden sonra geçen gün gezemediğimiz Reina Sofia müzesini gezdik. Beni çok açmadı. Müzede ilgimi çeken tek şey, Picasso'nun Guernica'sı, ve Dali bölümüydü. El Espejo'da keyifli bir akşam yemeğinin ardından ünlü Giangrossi'de dondurma yiyelim dedik. Hiç methedildiği kadar yok. Garsonlar İngilizce bilmedikleri gibi, ilgilenmiyorlar da müşteriyle. Üstelik bir de İspanya - İtalya maçına denk geldik, iyicene ilgilenmediler. Zar zor bir dondurma alabildik, o da bir halta benzemiyordu zaten.

28 Haziran, Cuma, Madrid, Barcelona:
Bugün Barcelona'ya gidiş günüydü. Eğitimde sadece 1 derse girip geri döndüm. Otele dönüp eşyaları toparladım ve Madrid'deki son yemeğimi yemek üzere La Latina bölgesine geçtim. Gitmişken bir iki bazilika gezeyim istedim ama kapalı olduklarını görüp en yakın restorana attım kendimi. Güzel bir yemeğin ardından otele geri döndüm ve ayrıldım. Renfe için gara gittim. Otelden çok yakınmış, 1 durak ve direk garın içine çıkıyor metro. 300 km hızla giden trenle saniyesi saniyesine 21:15'te Barcelona'ya ulaştım. Garda Zeynep beni karşıladı ve kalacağımız otele geçtik. Flor Parks Hotel, La Rambla'nın göbeğinde. Yeri harika fakat Madrid'de şirketin ayarladığı otelden sonra attan inip eşeğe binmiş gibi geldi haliyle. Otele eşyaları bırakıp hemen fırladık sokağa. Columbus heykeline kadar gidip, oradan Meramagnum'a geçtik. Oralardaki restoranları Zeynep beğenmedi ve dönüp La Rambla üzerinde bir yerde karnımızı doyurduk. Bugün yolculuklar bizi yormuştu ve otelimize girip ilk Barcelona gecemizi sonlandırdık.

29 Haziran Cumartesi, Barcelona:
Bugün güneybatı. Columbus heykelinde bir sürü fotoğraf çekerek güne başladık. Palau Güell'i gezip birkaç alıştırma yaptıktan sonraki durak Montjuic kalesiydi. Parallel durağından fünikülerle, teleferiğe binilecek yere geçip oradan teleferikle kaleye çıktık. Kaleden şehre yukarıdan paranomik bakışlar attık. Sonra kalenin hemen kapısının önünden kalkan belediye otobüsüne binip şirin bir köy şeklinde dizayn edilmiş olan Poble Espanyol'u gezdik. Yemeği de burada yedik, lezizdi. 

Sonra şehre inip Museu Nacional d'Art de Catalunya'yı (Katalonya Ulusal Müzesi) gezdik. Bu bölge harika. Müzenin önünden Plaça d'Espanya'ya kadar olan alandaki görsellik müthiş. Peyzaj muazzam. Haftasonları bu bölgedeki havuzda akşamları saat başı ışıklı su gösterisi de oluyor. Biz de akşam tekrar gelmek üzere buradan ayrıldık ve arada Camp Nou'yu gezelim bari dedik. Fakat stada ulaştığımızda tam da o gün statta olacak bir konsere denk geldiğimizi farkettik ve yarın gelmek üzere merkeze geri döndük.



Otelde biraz dinlenip duş alıp ışık gösterisi için Plaça d'Espanya'ya geçtik, orada gay pride'a denk geldik. Çok renkli, festival havasında bir organizasyon. Canlı performanslar var, müzik var, fuar alanları var, çok nezih ve klas bir ortamdı. Her tip insan bir aradaydı. Bizse biraz ortamı kolaçan edip, ışık gösterimizi izleyip yemek için Eixample bölgesine geçtik. Burası Barcelona'nın Nişantaşı'sı. Hoş bir yemeğin ardından Casa Batlló gece nasıl gözüküyor diye bakmaya gittik. Basit bir ışıklandırma ile bu harika yapı görsel bir şölen sunmuş resmen. Hayran vaziyette ayrıldık ve giderken de dedik ki "geri döneceğiz Batlló...".


30 Haziran Pazar, Barcelona:
Bugün gezimize Frederic Marès müzesiyle başladık. Küçük fakat zengin bir müze. Oldukça fazla parça var. Barcelona Cathedral'ini gezdikten sonra dışarıda bir tür halaya denk geldik. Çok yavaş bir müzik eşliğinde aheste ahesste oynanan ve genellikle yaşlı insanların yer aldığı bir tür halay. İlginçti. 

Buradan sonra muazzam tavanıyla ünlü Palau de la Musica'ya geçtik. Bir saat gibi bir sıranın ardından içeri girebildik. İçeride küçük bir de dinleti oldu. Bina muhteşem. Her yerinden detay fışkırıyor. Burada gerçek bir opera izlemek isterdim. 


Sonra bu şehrin de zafer takını görelim dedik ve Arc de Triomf'a gidip bol bol fotoğraf çektik. Champs Elysses'deki kadar olmasa da güzel hoş bir tak. Ardından Barcelona'nın olmazsa olmazı Gaudi şaheserleri Casa Batlló ve Casa Mila'yı görüp gezip, Camp Nou'ya geçtik. Bernabeu'ya göre çok daha tıfıl bir stat. Bir kere çok eski, geliştirilmemiş. Dünkü konser yüzünden çimlere de inemedik, nedenini anlamadığım bir şekilde Barcelona'nın soyunma odasına da sokulmadık. Beğenmedim Camp Nou'yu.

Otele geri dönüp duş alıp Los Tarantos'ta flamenko izlemek üzere çıktık. 30 dakikalık seanslar halinde olan bu gösteriyi çok beğendik. Flamenko beni zaten eskiden beri derinden etkiler. Dansçıların yüzlerine bakmak bile acı çekmem ve keyif almam için yeterlidir. Buna o tutku dolu hızlı ve sert dans ve müzik de eklenince tadından yenmedi.

Yemeği portta yiyelim dedik ama deniz kenarı restoranlarını beğenememe sendromunu bir kez daha yaşayıp yine gelip La Rambla'da yemek yedik. Ardından çok dandik bir yerde dandik bir kapuçino içip otelimize döndük.

1 Temmuz Pazartesi, Barcelona:
Bugün alışveriş günüydü. Barcelona'daki dükkanlar diğer şehirlerdekinden daha da rahatlar. Kapıda açılış saati 10:00 yazıyor adam 11:30'da açıyor mesela, 12:30'da da kapıyor sonra 16:00'da tekrar açıyor. Sonra da ağlıyorlar satışlar kötü diye. 

Önceden not ettiğim dükkanlardan ulaşabilip de açık bulduklarımızdan çeşitli alışverişler yapıp aldıklarımızı otele taşıyıp durduk bütün gün. Yolda birkaç kilise de gezmeyi ihmal etmedik. Escriba diye çok övülen bir çikolatacı - kafe gibi dükkana oturduk, oldukça uzun bir süre kimse bizimle ilgilenmeyince kalkıp gittik. Tekrar belirtiyorum, aşırı rahatlar. Korkutucu derecede.

Biz de Mercat de La Boqueria'ya yani La Rambla'nın ortasındaki meşhur meyve pazarına gidip dilimlenmiş meyve salatalarına doyduk. Gerçekten çok taze ve lezzetli tropikal meyveler var. Marketin geneli de fotoğrafik olarak hoş ve de keyifli, sıcak.


Akşamki plan ise geçen sene Paris'te buluştuğum ve o esnada orada yaşayan, ama şimdi Barcelona'da yaşayan arkadaşım Gülay'la buluşmaktı. Geleneği bozmadık ve Hard Rock Cafe'de buluştuk. Gülay bizi Barcelonetta'ya götürdü ve orada çok güzel bir restoranda yemek yedik. Her zaman olduğu gibi karışık tapa. Geceyi ise sahilden uzun bir yürüyüşle muhabbet ede ede La Rambla'ya kadar gelerek noktaladık.

2 Temmuz Salı, Barcelona:


Dün Gülay'ın tavsiyesiyle La Sagrada Familia'nın biletlerini La Caixa makinesinden kafa göz yara yara almış olmanın faydasını, La Sagrada Familia'ya ulaşınca karşımızda beliren devasa kuyruğu görünce anladık. Kuyruğu pas geçip şak diye içeri giriverdik. Çok güzel bir yapı La Sagrada Familia. Barcelona'daki en görülesi binalardan biri. Çok güzel, büyük ve görkemli. Çok beğendik. 

Bir Gaudi eserinden başka bir Gaudi eseri olan Parc Güell'e geçtik. Parkın dışında bir restoranda çok saçma sapan bir yemek yedik. Parkın içinde aşırı sıcak havadan ötürü çok derinlere ilerleyemedik. Ancak en güzel yerleri ve Gaudi'nin evini gezebildik. 


La Rambla'ya geri geldiğimizde, hükümet binasına doğru dükkanlara bakarken bir grup halktan insanın protesto yürüyüşüne denk geldik. Ortamı biraz tarif edecek olursam, polis göstericilerin güvenliğini sağlamak için en önde yürüyordu. En arkada da bir ambulans geliyordu. Göstericiler slogan ve ses bombaları ata ata ilerliyor, gördükleri her bankanın camına köpekbalığı çıkartmaları yapıştırıyorlardı. Hükümet binasının önüne geldiklerinde orada durdular. Ben de polise gidip niye yürüyorlar diye sordum. Aldığım cevap netti: "kriz".

Biz de gösterileri geçip son günümüzün son saatlerine bir Picasso müzesi daha sığdıralım dedik ve becerdik. Müze sonrası çok güzel ve genelde öğrencilerin takıldığı bir restoranda yemek yedik. İçersi erasmus kokuyordu. Yemekten sonra girdiğimiz Irish barda ise ben hayatımdaki en kötü mojitoyu içerken, televizyonda Türkiye'nin 4-0 yenildiği bir maç canlı olarak yayınlanıyordu. Ben bakarken 1 gol attı bizimkiler neyse. 

3 Temmuz Çarşamba, Barcelona:
Bugün dönüş günü. Kahvaltıdan sonra hemen havaalanına gittik. Zeynep Pegasus'la döneceği için önce T2'ye gittik ve onun bavullarını teslim edip yolladım. Sonra ben T1'e geçip Pans&Company'de yemek yiyip freeshopları kolaçan ettim. Uçuş saati geldiğinde bizim kapının orada Türk nüfus artmaya başlamıştı. Turla gelip turda kaynaştıkları belli kalabalık bir grupla uçak beklemek, yolculuk etmek ve ardından bavul beklemek değişik bir tecrübeydi.

İspanya Notları:
  • İspanya'da motosiklet türü olarak genelde cruiser tercih ediliyor.
  • Motorcuların çoğu kız.
  • Burada da kırmızıda geçme huyu var.
  • Madrid kupkuru. Ankara'dan daha kuru. Dudaklarım, burnum, her yerim cayır cayır yandı kavruldu. Benim gibi hassaslar için tavsiyem türlü türlü dudak ve burun içi nemlendirici kremlerle gitmeniz. Barcelona öyle değil ama, deniz kenarı. İstanbul'a benziyor iklimi.
  • İlk kez tanıştığım gazpaço çorbasına aşık oldum. Tarifini buldum ve devamlı yapıp yapıp afiyetle içiyorum bu leziz soğuk çorbayı. Sıcak zamanlarda çok iyi gidiyor.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Doğa İçin Çal 5

Kaç zamandır "yeni bir doğa için çal çıkmayalı baya oldu... Doğa İçin Çal 5 yapsalar ya, bu sefer Şebnem Ferah da olsa ya içinde" diye içimden geçiriyordum... Yeni izledim, heyecanım tazeyken yazayım dedim.

Yine enfes olmuş... Buyrunuz...


30 Nisan 2013 Salı

The Legend on Tour - Harley Davidson 2013 Modelleri Test sürüşü

Geçen haftasonu, Harley Davidson'ın 2013 modellerinin tanıtıldığı The Legend on Tour etkinliğine katıldım. Fatih'in yardımlarıyla 3 farklı yeni model Harley Davidson'ı sürme şansım oldu.

Oldukça kalabalık ve yoğun geçen etkinlikte ilk test ettiğim model Ultra Classic Electra Glide idi.

Sürüşü oldukça rahat olan bu modelin, benim zevkime uygun olmadığını bir kez daha anladım. Sürerek tecrübe etmek daha iyi oldu. Motorun boyu benim şu an kullandığım Street Bob'dan daha uzun ancak gidon ve sele arası daha kısa gibi geldi. Ağır ve hantal gibi bir hissiyata kapıldım. Uzun yolda çok rahat olduğu kesin, ancak kısa mesafelerde insanı çok üzer. Bir de görsel olarak bana hitap etmiyor, özellikle ön paneli. Isınamadım, sevemedim, kendimi rahat ve mutlu hissedemedim üzerinde.

İkinci denediğim motor Dyna Switchback oldu.

Bu sene çıkan bu motor, dyna ve touring arası birşey olduğu için hemen ilgimi çekmişti. Test sürüşünde de bu modeli görünce bu fırsatı kaçırmadım. Sürüşten oldukça keyif aldım. Hem derli toplu hem de klasik bir görünümü var. Tepkiler ve tork harika. Hiç yabancılık çekmedim.

Son sürdüğüm motorsa tabi ki yolların kralı olan Road King Classic idi.

Amerika sonrası bu motoru tekrar sürme şansına erişmekten büyük mutluluk duydum. Onun için söylenecek pek birşey yok sanırım, tek kelimeyle mükemmel bir model. Hem görünüş hem sürüş keyfi ve rahatlığı enfes. Her zaman tek geçeceğim bir Harley Davidson'dır Road King.

Yardımları için başta Fatih olmak üzere tüm Harley Davidson Bosphorus ekibine teşekkürü bir borç bilirim. Seneyeki aktiviteyi şimdiden iple çekmeye başladım bile...

3 Şubat 2013 Pazar

2 Şubat 2013, Slash Featuring Myles Kennedy and The Conspirators Konseri

Genel olarak çok başarılı bir konserdi. Seyircinin katılımı inanılmazdı. Ne bir an susuldu, ne bir an yerlerinde duruldu. Grup da bundan çok memnun kaldı. Konser yeni kapalı bölümdeydi ve kış olmasına rağmen içersi bence aşırı sıcaktı. Buna bir çözüm bulunması lazım, açılır tavan gibi. İçeride sigara da içilince iyice rahatsız edici duruma geldi vaziyet. Yerleri de anlamsız bir platformla kaplamışlar ve herkes zıplayınca zıplamayanların içi dışına çıktı. Bence son derece gereksiz bir hareket olmuş.

Grup çok iyi çaldı. Şarkı seçimi ve sahne şovları gayet yeterliydi. Sırayla Halo, Nightrain, Ghost, Standing in the Sun, Back From Cali, Mr. Brownstone, Shots Fired, Serial Killer, Not for Me, Dr. Alibi, Watch This, Bad Rain, Rocket Queen, No More Heroes, Starlight, Anastasia, You're a Lie, Sweet Child O' Mine, Slither, Welcome to the Jungle, Paradise City şarkılarını çaldılar. Fransa'dan sonra bunları tekrar dinlemek oldukça keyifliydi.

Organizasyonda da hiçbir aksaklık yoktu. Tebrik eder, devamını bekleriz. Öhöm AC/DC öhüm...