Translate

26 Kasım 2010 Cuma

24 Kasım 2010 - Niyaz İstanbul'da

Dün akşam askerlikten önce son dakika gollerimden ilkini Niyaz konseri ile attım. Niyaz, kısaca "dünya" müzikleri icra eden muazzam bir topluluk olarak tanımlanabilir. Şimdi hikayemize geçelim.

Niyaz ile ilk tanışmam  tam 1 sene 1 ay öncesine dayanıyor. Tam 22 Ekim 2009 günü gittiğim Jülide Özçelik konseri sonrasında, sevgili Aykut'un bu yazımı okuyup "aa tesadüfe bak, biz de aynı saatlerde Taksim'deydik, Niyaz konserindeydik, çok güzeldi bizimki de" demesiyle "nedir bu Niyaz?" demem bir oldu. Tabi hemen müzikler edinildi. Dinlenildi. Aman ne güzelmiş bu Niyaz yahu denildi.

Tabi gün geçtikçe daha da sevildi. Özellikle de Beni Beni.

Ve tam o andan bir sene sonra Niyaz'ın tekrar konsere geldiğinide öğrendim. Hem de 2 gün üstüste. Hemen Aykut'u aradım, "gidiyorsun değil mi" dedim. "Gitmem mi" diye yanıtladı. İlk gün gidelim dedik.

Günü geldi, gittik. Biz girdik Babylon'a, bizden sonra da Niyaz girdi. Onlar kulise biz içeri geçtik. Bir süre sonra Aykut'lar da geldi. Ardından da Niyaz sahneye çıkıp muhteşem bir şov icra etti. Aykut'un söylediğine göre geçen konser daha iyiymiş, ayin gibiymiş. Ama beni bu bile büyülemeye yetti.

Beni Beni'yi çaldılar. Konser bittikten sonra bise gelip bir kez daha Beni Beni çaldılar. Beni benden aldılar.

Konserin ardından da inip aramıza karıştılar. Sohbet muhabbet. Çok sıcak samimi insanlar. Canan da ben de ağzımız kulaklarımızda vaziyette çıktık konser salonundan.

Son dakika gollerim sürecek. Yarın da Baba Zula'dayız.

Beni Beni'yi dinlemek ve bu esnada Niyaz'dan kareler de görmek için:

14 Kasım 2010 Pazar

İstanbul'da bir Rus kızı

Cuma akşamı saatler 2'yi göstermeye başladığında, Tanya da belirdi kapının diğer tarafında. Taa oradan tanıdı beni onca insanın arasında, el sallaya sallaya geldi. Atatürk Havalimanı'nın saçma kapı sistemi yüzünden otopark parasını ödeyip kapıdan çıkmak için tüm dış hatları baştan başa yürümek zorunda kaldık. Çıkıp arabamıza binip ev yoluna koyulduk. Biraz şaşkın gibiydi Tanya. Çok acayip bir maceraydı onun için de benim için de, biraz heyecanlıydık ikimiz de.


Eve vardığımızda bu pijamalarını giyip bana getirdiği hediyeleri vermeye başladı. İki tane kalpak getirmiş bana, bir de votka. Votka sever misin dediğinde Smirnoff'larımı gösterdim, pek itibar göstermedi, meğer sevmezmiş Ruslar pek Smirnoff'u.

Saat 3 olmuştu ve ben çok yorucu bir haftanın sonundaydım. Yatmak istiyodum, hanfendinin pek niyeti yok gibiydi. Neyse zar zor razı ettim ve yattık uyuduk. Sabah şöyle 10-11 gibi kalkarım diye umuyodum ama bir baktım 8'de kalkmış bizimkisi kahvaltı hazırlamaya çalışıyor. Bir de bana "buzdolabın bomboş, sana kahvaltı sürprizi yapacaktım" demez mi? Demedim mi kız ben sana yarın kahvaltıya hisara gidiyoruz diye? Neyse toparladım ben bunu, bindik arabaya ver elini hisar. Her turist gibi boğazı görünce bıraktı çeneyi yere :) Ve bu çene Türkiye'den ayrılana kadar toparlanamadı bir daha...

Donjon'da serpme kahvaltının ancak yarısını bitirebildikten sonra, önce Ortaköy'ü gezdik, bir sürü fotoğraf çektik, ordan da Balat'a geçtik. Balat'ta Nev-i Kahve'de közde Türk kahvesini tecrübe etti ilk defa. Ordan Sultanahmet'e geçtik. Önce Ayasofya'yı sonra da Yerebatan Sarnıcı'nı gezdik. Yerebatan'ı uzun süredir ben de gezmemiştim, vesile oldu. Sonra akşam için hazırlanmak üzere eve gittik. Önce annemlere uğradık, onlar Tanya'yı, Tanya da onları görmek çok istiyordu. Annemle özellikle fazlasıyla (!) kaynaştılar. Sonra benim eve geçip bunun eşyalarını aldık ve önce hanfendinin kalacağı otele, sonra da Taksim'e geçtik. İstiklal'deki insan kalabalığını görünce şaşırdı tabi. J'adore'a gidelim, Burak'la Havva gelene kadar oturalım dedik ama yer yok ki! İstiklal ve tüm kafeler öylesine kalabalıktı ki... Biz bir yer bulana kadar Burak'lar geldi bile. Buluştuk, onlar hasret giderdikten sonra Galata Kulesi'nin yolunu tuttuk. Akşam yemeğini burada yedik. Güzel bir geceydi. Tanya şarapları sünger gibi çekti. Güzel şovlar izledik. Oryantal olsun çerkez olsun, efeler olsun, etkileyiciydi. Her milletten insan vardı ve 2 Türk masasından biri bizdik. Her masada hangi millettense onun bayrağı vardı, bizimkine de Rus ve Türk bayraklarını bir arada koydular. Bizimkisinin en çok etkilendiği sahne ise, Galata Kulesi'nin balkonundan tarihi yarımadaya bakarkenkiydi...

İkinci gün sırada boğaz turu vardı. 10:50'de Beşiktaş'tan bindik Boğaz Vapuru'na. Vapur ağzına kadar doluydu. Oturacak yer bulamadık. Sırayla Kanlıca, Yeniköy, Sarıyer, Rumeli Kavağı ve Anadolu Kavağı'na gidip geri geliyor. Kanlıca'dan geçtikten sonra, gemideki çaycılar yoğurt da satmaya başladılar, very famous Kanlike yogurt diye :) Biz de alıp yedik tabi. Ben de ilk defa yedim, çok güzelmiş gerçekten. Anadolu Kavağı'na varınca önce Yoros Kalesine zorlu bir tırmanış ve kalenin kapalı olduğunu ta tepeye çıktıktan sonra görüp, yol üstündeki restoranlardan birinde yemek yedik. 16:15'te Beşiktaş'a geri döndük ve karşıya geçmeye karar verdik. Amacımız Bağdat Caddesi'ne gitmekti. O gün Fenerbahçe-Galatasaray derbisi vardı, herhalde özellikle stadın orası çok tıkanır diye düşünürken tam tersi oldu. Hiç trafik yoktu. Tabi her yer komple taraftar doluydu fakat trafiği etkilememişti. Kolayca Bağdat'a vardık. Önce birer iskender yedik sonra dükkanlara baktık. Tanya'nın söylediğine göre burada fiyatlar Rusya'ya göre oldukça ucuzmuş. Pek alışveriş yapmadı gerçi. Neyse, akşam da Kadıköy'e geçtik. Çok sevdiğim Masal Evi'nde içkilerimizi içtik. Çıkıp hava ala ala geze geze geri yürüdük otoparka. Bizimkinin kafa biraz güzelleşince Rusça şarkı söylemeye başladı. Benim çok sevdiğim bir şarkı olan Очи чёрные (The Dark Eyes)'yi söylettim buna. O da bana Türkçe söyletti yalnız. Söyledim ben de birşeyler işte...


Artık son gün gelmiş çatmıştı. Hava bugün daha da güzeldi, güneşli ve sıcak. Arabayı Karaköy'e bıraktık. Mabel'e gidip saldım bunu, saldırsın çikolatalara diye... Biraz alışveriş yapıp paketleri arabaya koyduk ve Kabataş'a geçtik. Ordan tekneyle Kız Kulesi'ne geçtik. Hayran olup manzarayı kestik. Bir sürü fotoğraf çektik. Birer kahve içip Salacak'a geçtik. Ordan Beylerbeyi Sarayına geçtik ve varınca hatırladım ki, bugün Pazartesiydi ve Pazartesi günleri müzeler kapalı olurdu. Şansımıza küsüp Üsküdar'a geri döndük ve birer gözleme yedik. Gözlemecide 3 tane Alman gence rastladık. İngilizce'yi su gibi konuşuyorlardı, bu bana Tanya'nın rezalet İngilizce'sinden sonra ilaç gibi gelmişti. Elemanlarla birlikte Eminönü vapuruna bindik ve önce Mısır Çarşısı'na, sonra Hacı Bekir'e ordan da Kapalıçarşı'ya götürdüm Tanya'yı. Alışverişe doyduk ve soluğu tabi ki bir vazgeçilmez olan Erenler'de aldık. Bir sürü yerde Türk kahvesi içti ama içtiği en güzel Türk kahvesinin bu olduğunu söyledi. Bence de bu gerçek. Sonra Karaköy'e geçip Havva'yla buluştuk. Hepberaber atladık arabaya ve Havva'lara vardık. Orda Burak'ın hazırladığı güzel yemekleri yedik ve balkon sefası yaptık.

Ayrılık vakti gelmişti. Son kez Jazz'a attım Tanya'yı ve tekrar limandaydık. Kapısının açılmasını bekledik ve son kez kucaklaştıktan sonra yolladım Rus kızını Rusya'ya. Radyoda Iron Maiden çalıyor olsa da, kulaklarımda ise Kadıköy'de benim için söylediği Очи чёрные yankılanıyordu...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Küreğin yemekle muhteşem buluşması'nın temelleri

Günlerden yine Çarşamba'ydı, yine bir kürek Çarşamba'sıydı. Giderek azala azala sonunda iki kişi kalmıştık. Zaten olacağı da buydu! O Çarşamba, yağmur yine arsızca yağıyordu. Hatta küreği iptal edip direk yemeğe mi gitsek diye düşmedik değil. Biz Kasımpaşa'ya vardığımızda ise bir mucize eseri yağmur kesildi. Atladık teknemize başladık Altınboynuz'u arşınlamaya... Bu sefer Atatürk Köprüsü'nün de altından geçtik. Çiseleyen yağmur eşliğinde geri döndüğümüzde ise karınlar iyicene acıkmıştı. Yine nereye gidelim nereye gidelim diye düşünürken benzinimizin bitmek üzere olduğunu farkedip ilk istikameti belirlemiştik, benzinci. Balat'ın en ücra köşesindeki benzinciden benzinimizi aldıktan sonra kendimizi bir işkembecide bulmuştuk: Meşhur Balat İşkembecisi. Anam, yok böyle güzel bir işkembe... Vallahi parmaklarımızı yedik! Öncesinde gelen otlardan başladık hapır küpür  yutmaya, sonrasında gelen çorbalar ise inanılmaz güzeldi...  Bunun birkaç şubesi var. Biz Unkapanı köprüsünden geçtikten sonra Balat'a kıvrılan sapaktakinde değil, biraz ilerde soldakinde yedik.

Sonrasında ise benzinci ararken gördüğümüz Nev-i Kahve adlı kafeye geçtik. Közde Türk kahvesi getirdiler. Çok başarılıydı. Nev-i Kahve çok ufak fakat oldukça samimi, tarihi bir kafe. Masaların kenarlarında kitaplar falan var. Tam keyif mekanı, tam bize göre! Orda laf lafı aça aça gece yarısını ettik.

İki tane süper mekan keşfettik ve küreğin yemekle muhteşem buluşmasının temelleri işte böyle atılmış oldu!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Macera Dolu Amerika 2

California - Nevada motosiklet turumuzun kısa bir videosu aşağıda.


Çalan şarkı: George Thorogood - Bad to the Bone

Muhteşem bir kaynaşma daha

Paylaşmamak elde değil.

funny dog pictures-We iz gunna b fwends forebber!
Daha fazlası için ihasahotdog

Son Gittiğim Filmler : The Expendables ve Machete

Expendables da, Machate de son zamanlarda gittiğim en iyi filmler. Özellikle de Inception fiyaskosundan sonra!

Expendables'ı açıkçası şahane bir senaryo için izlemedim. Bol bol aksiyon ve çok sayıda yıldız için izledim ve fazlasıyla da tatmin oldum! Özellikle de Terry Crews'un o dana gibi tüfekle adamları tek tek patlattığı sahnede!

Birçok yıldızı bir arada görmek için de bu film bir fırsattı.




Machate ise, çok sevdiğim Robert Rodriguez'in yeni filmi. Aslında bu da bol yıldız içeriyor, Danny Trejo'nun yanı sıra, Michelle Rodriguez, Jessica Alba, Robert DeNiro, Jeff Fahey, ve Lindsay Lohan ve Avellan kardeşleri bu filmde izlemek bir zevkti.

Sin City'nin yönetmeninden, Sin City gibi bir film çıkmış yine. Aslında daha çok Planet Terror'a benziyor. Çekimler falan tam sevdiğim gibi. Tekniğin ne olduğunu bilmediğim için, sadece örnek verebiliyorum. Ama yine, Sin City gibi, koltuğuma kurulup keyifle izlediğim bir filmdi.

24 Eylül 2010 Cuma

Dövme yaptırmak

Dövme yaptırmayı düşünüyorsanız, yaptıracağınız figüre karar verir vermez dövmeciye koşmayın. Ya da bir figür görüp gaza gelmeyin. Dövme yaptırma fikri kafanızda oluştuğu andan itibaren, daha doğrusu yaptıracağınız figüre karar verdikten sonra, bunu en az 6 ay düşünün. Düşüncelerinizde bu fikir devamlı dönüp dursun. Kendinizi o dövmeyle hayal edin. Zaman zaman bunu aklınıza getirin. Eğer uzunca bir dönem aynı figürü devamlı istediyseniz, bu figürü ömür boyu üzerinizde taşımanızda bir sakınca yok. Fakat bir düşündüğünüz şeyi birkaç hafta sonra istemiyorsanız, siz henüz dövme yaptırmaya hazır değilsiniz.

2001 başında karar verip, 2002 Mart'ında yaptırdığım bir kartal dövmem var. Onunla çok mutluyum, asla pişman değilim. "Sıkılınca ne yapacaksın" diyenlere de hiç kulak asmadım. Sıkılmayacağımı sanmıyordum, biliyordum çünkü.

Askerden döndükten sonra da devam edeceğim. Birkaç senedir aklımda olan birkaç figür daha var.

Unutmayın, bu mürekkep ömür boyu vücudunuzda kalacak. Sildirmek ise çok acılı bir süreç.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Gayet insan!

Aslında Jessica'nın verdiği cevabı da görmek isterdik. Ama ilk başta güzel cevaplamış :)

epic fail photos -08 Customer Service WIN
Daha fazlası için: EpicFail

9 Eylül 2010 Perşembe

Macera Dolu Amerika

3 Haziran 2010, 14:05
Eagle Rider'la yazışmalarım devam ediyor. Sanırım motoru bu şirketten kiralayacağım. Çok profesyoneller. İşlerini çok ciddi yürütüyorlar. Ancak bir o kadar da sert politikaları var. Kapora bırakıp veya başka bir şekilde motoru rezerve ettirtmiyorlar. Ve motoru online rezerve ettiğinizde paranın tamamını çekiyor. Başka yolu da yok. Benim şu an motoru teslim alacağım ve teslim edeceğim tarihler çok net belli olmadığı için rezervasyon yaptıramıyorum ama Road King'i de kaçırmak istemiyorum. Sanırım vizeyi aldıktan sonra bu rezervasyonu gerçekleştireceğim. 10 gün için $1250 diyor. Fiyat biraz yüksek gibi geldi bana...

20 Haziran 2010, 17:38
Emre Türkiye'ye geldi. Ve ben onu karşılamaya gittim. Normal bir karşılama olmasını bekliyor musunuz bu buluşmanın? Tabi ki hayır!.. Dış hatlar terminaline girdim, hava 30 derece günlük güneşlik. Girdim, kapıya gittim, Emre'yi bekledim geldi, kucaklaştık sonra dışarı bir çıktık, gök tepemize inmeye çalışıyor! Nasıl bir yağmur, anlatamam. Kovayla boşaltıyorlar gibi suyu. Bir an kafayı boşluğa uzat, denize dalmış gibi oluyorsun. Emre'nin babasıyla buluştuk, arabaya girdik, yağmur daha da şiddetlendi. Dolu yağmaya başladı ama dolu, dolu değil. Kütleler halinde iniyor. Sanki göktaşı! Gümmm! diye bir iniyor arabanın tepesine, kırarcasına... Camın üstüne bir düşüyor, kartopu büyüklüğünde... Bam güm geldik eve, arabadan indik, yağmur kesildi.

23 Haziran 2010, 22:15
Şu formu doldurayım dedim artık. Aynı İngiltere formu gibi bu da bir işkence. Süper komik (kara para aklamak niyetinde misiniz?) ve garip sorulardan hiç bahsetmiyorum bile. Ama o session timeout yok mu... Normalde 20 dakika boyunca herhangi bir aktivite olmazsa session timeout oluyor. Form kaç adım bilmiyorum. Ama 20 adımsa, 15. adıma kadar sabırla doldurduktan sonra, en son aktivite saniyeler önce olmasına rağmen çat diye session timeout oluyor! Önce Firefox ile uyumsuz zannettim. Internet Explorer'a döndüm, sonuç aynı... Yapacak birşey yok. Formu 5.kez baştan doldurmaya başladım ve her tek soruyu cevapladıktan sonra save ede ede en son adıma kadar geldim. En son adımda yine session timeout oldu. Düşünebiliyor musunuz? Artık soruları bitirmişim, confirm butonuna bir basıyorum ki session timeout. Save etmesem, Amerika seyahatimden vazgeçerdim herhalde...

29 Haziran 2010, 14:08
Vize görüşmesinden geldim. Topladığım belgelerin bir tanesine bile bakmaya tenezzül etmediler. Niye gidiyorsun diye sordular, o kadar. Sonra da vizeniz onaylandı dediler. Bu kadar basit mi yani? Neden o zaman onca tatava?

1 Temmuz 2010, 11:50
Pasaportum geldi. 10 yıllık çok girişli vize vermişler. Şimdi yeni çipli pasaport aldıktan sonra eski pasaportumdaki vizeyi nasıl kullanacağım derdinden başka dert yok. Bedensel ve zihinsel olarak hazırlıklara başlayabilirim.

19 Temmuz 2010, 21:38
Road King'i benden bir gün evvel başka biri rezerve etmesin mi? Şansa bak! Yine! Electra Glide'a kaldık sanırım. Gerçi adamlara ısrar ettim nolur getirin başka şubeden falan bulun bir yerden diye, ellerinden geleni yapacaklarmış, bakalım.

18 Ağustos 2010, 16:08
NTVMSNBC'den alıntı: "NDM-1 olarak adlandırılan bir enzim üreten bakterinin, Hindistan ve Pakistan'a estetik ameliyatlar için seyahat eden hastalarca İngiltere'ye taşındığı ve hastanelere girdiği açıklandı. NDM-1 enzimi, içine girdiği bakteriyi antibiyotiklere karşı tamamen dirençli kılıyor. BBC Türkçe servisinin haberine göre İngiltere'de şu ana kadar sadece 50 vaka tespit edildi. Yetkililer, mikrobun küresel düzeyde yayılmasından endişe ediyor."

Bu mikrop yüzünden Amerika ülkeye girişleri kapatsa ya mesela tam da benim Amerika'ya ayak bastığım gün? Ne komik olur ama!

19 Ağustos 2010, 15:41
Road King dışında herşey hazır. Emre şu an yolda, San Diego'ya doğru gidiyor. Ben de 2 gün sonra çıkacağım yola. Bazen açıp Google Earth'ten falan gideceğimiz yerler bakıp bakıp heyecanlanıyorum. Joel'den ise hala haber yok. Umarım halleder benim şu Road King işini.

14 Ağustos 2010 10:19
CIP salonda bekliyorum. Uçağın kalkmasaına 1 saat var. Sonrasında 12 saat yol ve ver elini Chicago.

14 Ağustos 2010 16:00
16:00 ama Chicago saatine göre 16:00! :) Bir üstteki kısmı yazarken uçağa gitmem konusunda uyarıldım ve hemen uçağıma gittim. Amerika'ya giderken security tavan yapmış durumda. 30 kez güvenlikten geçtim, çantalarım kaç kere arandı bir seferinde de puro keseceği yüzünden takıldım tam afakanlar basıyordu ki bıraktılar geçtim, bu saftirik puro keseceğiyle uçak kaçıramaz heralde diye... Çok rahat ama upuzun bir uçuştan sonra Chicago'dayım! Şu an Türkiye saatine göre tam 00:00. Uçakta da uyuyamadım ama nedense uykum, yatasım yok. Şimdi önümde bir 3 buçuk saatlik bir San Diego yolculuğu var. Kısa uçuş bile uzun! Belki o uçuşta devrilip uyurum, bir uçağa bineyim de hayırlısıyla. Yalnız herşey bana yakışmayacak şekilde hızlı, sorunsuz ve dümdüz gerçekleşiyor! Bakalım San Diego'ya ayağımı sürünce de aynı şeyi söyleyebilecek miyim... Emre'yle 1 dk konuştuk demin, roaming'den 10 TL çaktılar! Bu havaalanında da internet paralı... San Diego'da paralı değilmiş fakat orada durmayacağım, çıkıp direk taksiye atlayıp "beni Emre'lere götür aslanım" diyeceğim, bakalım ne diyecek? "Take me to Emre's, my dear lion!"...

15 Ağustos 2010, 11:07
Uçak bozdum! Üstteki bölümden bir cümleyi hatırlatmak isterim: "Yalnız herşey bana yakışmayacak şekilde hızlı, sorunsuz ve dümdüz gerçekleşiyor!". Nasıl ama? Kendime yakışanı yaptım! :) Chicago'da uçağa yerleştik, uçakta önemli bir aksaklık var diye başka bir uçağa aktarıldık. 1 saatin üzerinde süre kaybettik, sonra diğer bindiğimiz uçakta da aynı sorun olduğu ortaya çıktı. Ta uzaklardan parça getirdiler ve değiştirdiler toplam 3 saat kaybettik. O arada millet uçaktan inip gidip yemek alıp geliyor falan... Bir garip bu Amerika iç hatlar. Neyse 21:00'de inmem gereken San Diego havaalanına 00:00'da inip atladım Emre'lere gittim. Karınlar açtı, atladık motora Denny's adlı çakma diner'da doyurucu bir akşam yemeğinden sonra evde klasik sabaha kadar süren sohbetten sonra güzelce sızıldı.

15 Ağustos 2010, 22:30
Demin güzel bir haber aldık, benim Road King mevzu halledilmiş. 17'sinde inşallah buluşacağız kendisiyle. Bugün San Diego hayvanat bahçesine gittik. Çok büyük bir hayvanat bahçesi gez gez bitmiyor. Yalnız bütün hayvanlar inzivaya çekilmiş, bazı çok acayip hayvanları göremedik. Mesela kaplan. Ama çok fazla hayvan var gör gör bitmiyor. Sonra da yemekten sonra erkenden uykumuz geldi şimdi evde dinlenme moduna aldık kendimizi, sızmayı bekliyoruz.

17 Ağustos 2010, 02:00
Bugün biraz sakin ve dinlenceyle geçti denebilir. Alışverişe çıktık, eksiklerimizi tamamladık. Amerika'nın büyük mall'larında cirit atmayı da başardım böylece. Kendime birkaç kıyafet bir kask bir de motor için ayakabı aldım. Akşam ise Meksika'daydık. Sınıra kadar motorla gittik. Zaten 20 dakika yol. Sınırda motoru otoparka bırakıp Meksika'ya yürüyerek geçtik. Amerika'dan Meksika'ya geçerken kimse birşey demiyor. Taksim'den Beşiktaş'a yürür gibi. Tijuana'ya, Revolution Bulvarı'na kadar yürüdük. Tijuana acayip bir yer. Çok acayip kulüpler, barlar var. Son derece etkileyici sahne şovlarını izledik, içkilerimizi içtik, taco'larımızı yedik. Geç vakitte Amerika'ya döndük. Meksika'dan Amerika'ya geçerken gümrükten geçiliyor. Ama çok basit. Sanki hiç çıkmamışım gibi memur pasaporta vizeye baktı, ne işin vardı Meksika'da dedi sonra hadi geç dedi. Bu kadar. Şu an felaket yorgunum noktayı koyuyorum ve yatıyorum.

18 Ağustos 2010, 01:12
Bugün Road King ile ilk buluşmamız gerçekleşti. Yalnız ilk buluşma biraz sert oldu! Kaza bela değil de, yolda kırmızı ışıkta takılınca Emre kayboldu. Onu kaybedince de otobandan çıktıktan sonra evi bulana kadar San Diego sokaklarında bol bol gezdim!.. Neyse sonunda eve ulaştım ama biraz korktum gerçekten.

Biraz Road King'den bahsetmek istiyorum. Şöyle bir test sürüşü yapayım, iki döneyim falan demeden hop diye trafiğe çıktım kendisiyle. Daha sert bir tanışma olamazdı. Road King, vahşi bir ata benziyor. İlk başta çok zor. Çok yüksek kapasiteli bir motor. Daha Eagle Rider'dan çıkmadan istop ettirdim bile. Ağır da motor. Dönüşlerde dikkatli olmak gerekiyor. Üzerinde korkak biri olduğunu anladığı an, sürücüsüyle dalga geçmeyi seven bir motor Road King.

Neyse eve geldik, hazırlıklarımızı tamamladık ve yola koyulduk. Las Vegas yolunu tek hamlede yapmak gözümüzde büyüdüğünden, Barstow denen bir yerde konaklama niyetindeydik. Barstow kasabasına vardığımızda bir yemek yiyelim dedik. Saat 10'u biraz geçiyordu. Ben dedim ki "herhalde 11'de duşa girmiş olurum". Bir inci daha... Saat 12 oldu, hala Barstow'da oteli arıyorduk. Route 66'da bir aşağı bir yukarı gidiyorduk. Yaklaşık 2 saat boyunca kapkaranlık yolları bir ileri bir geri teptik. Otobandan çıkıp çıkıp çıkmaz caddelere girip geri geldik. Saat yarım gibi oteli bulduk ama bitmiştik. Hemen kendimizi sırayla duşa attık. Burası berbat bir yer bu arada. Tam filmlerdeki gibi. Her an motelde dandik Amerikan korku filmi çevrilmesinden korkarak yataklarımıza giriyoruz.

18 Ağustos 2010, 10:32
Sabah Barstow'daki motelimizde bir kavgaya şahit olduk. Bir sürü siyahi tip birbirine girmişti ama dövüş yok, laf kavgası yapıyorlardı. Faklar, fuklar havada uçuşuyordu :) Komikti.

Şu an kahvaltı ediyoruz ve önümüzden San Andreas'tan fırlamış tipler geçiyor. Yürüyüşleri, boxerları falan ile aynılar. Pantolonu bel değil de baldır hizasına çekmek de ne ola ki?

18 Ağustos 2010, 19:44
Barstow yakınlarında turistik bir kovboy kasabası olan Calico Ghost Town'u ziyaret ettikten sonra çölleri yara yara Las Vegas'a ulaştık. Yolun bu kısmı çok zordu ve eminim yapacağımız yolun en zor kısmı da bu olacak. Çöl çok acayip birşey. Her saniye susatıyor. Vücuttaki suyu acayip çekiyor. 2 saatte 1 litre su içiyor ve hiç tuvalete gitme ihtiyacı hissetmiyorduk. Esen rüzgar bile kavurucu idi. Yana yana Las Vegas'a ulaştık. Oteli yine bize yakışır derecede zor bulduk, Las Vegas'ı baya bir dolaştık. Otelimiz Luxor adında piramit şeklinde bir otel. Kağıt üzerinde 3 yıldız. Ama ne 3 yıldız! Gerçi Vegas'taki tüm oteller böyleymiş de, inanılmaz lüks! Fiyatı da aşırı ucuz, gecelik 45 dolar gibi bir fiyata kaldık ki sunulan servis 5 yıldız değerindeydi. Otel çok büyük, klasik alt kat komple kumar, etrafta da çeşitli atraksiyonlar var. Vegas'taki oteller bir acayip. Otelin haftalık programları var ama çok büyük programlar. Bizim otelde bizim olduğumuz hafta Carrot Top, Fantasy ve Criss Angel şovları vardı. Yan otelde de David Copperfield vardı mesela! :) Böyle bir yer işte Vegas. Kendimizi havuza bıraktık resmen cosss diye ses çıktı biz havuza girince. Yol ve çöl bizi çok yormuş, havuzda mayıştık ve kendimize geldik. Akşama kadar havuz sefası, birazdan da yemek yiyip Fantasy'ye gideceğiz.

19 Ağustos 2010, 20:00
Fantasy çok güzel bir şov. Çok çalışılmış, kareografik ve müzikal anlamda çok güçlü. Erotik ve komik bir şov. Çok güzel, nezih ve bayanlı erkekli bir kitle ile birlikte izledik. İşte böyle olmalı bence, çok hoşuma gitti bu. Böyle bir şov bizde olsa, olmaz ya olsa, gitmeye cesaret bile edemem, zaten kızlar da acayip rahatsız olur. Ama burada böyle değil. Çok kaliteli ve interaktif bir şovdu. Hele bir zenci vardı, adını hatırlamıyorum ama çok komik bir elemandı. Hem komik, hem iyi şarkı söylüyor. Çok renk kattı şova. Bir de şarkıcı hatunumuz vardı. Onun da sesi süper. Yani bunlar başlı başına büyük sanatçılar, böyle bir organizasyonda bir araya gelmişler, gerçekten çok büyük bir olay bizim için. Hepsini Las Vegas'ta yaşamak mümkün. Şov sonrası da kızlar ve zenci arkadaşımız imza falan dağıtıp fotoğraf çektirdiler. Çok sıcak, samimi ve yine nezih bir ortamdı.

Fantasy sonrası gidelim biraz para kaybedelim dedik, çok kaybedemedik ama. 5 doları baya bir sürede kaybettik sonra sıkıldık ve odaya çıktık.

Bu arada alakaısz ama Las Vegas'ta her otelde bir şapel olduğunu belirtmek istiyorum. Evlenmek isteyen olursa, anında nikahı kıyıveriyor :)

Bugün ise önce çıkıp huysuz Suzi'ye yeni bir rüzgarlık baktık fakat bulamadık. Odaya geri döndüğümüzde havuz vakti gelmişti. Çıp çıp yüzdük ettik durduk yine. Şimdi ise yine yemekten sonra çıkıp Vegas'ta otel dışında ne varmış diye bakacağız.

20 Ağustos 2010, 01:21
Las Vegas, ışık ve elektrik anlamına geliyor, biz bunu gördük. Bir renk cümbüşü bir ışık kalabalığı ki amanın! Rengarek! Her otelin her casino'nun etrafında bir sürü tabelalar, lazerler gösteriler falan... Ama Vegas gece de sıcak! Nasıl çölse, aynı şekilde terletiyor ve susatıyor. Her yerde 1 dolara su satan tipler. Bir de eskort kızların broşürlerini dağıtan tipler! Bir caddeden geçtik elimde bir tomar broşür oldu. Çöpe atalım dedik bir baktık çöp ağzına kadar broşür dolu zaten :). Yalnız olay baya iddialı. 20 dakika içinde Vegas'ın neresinde olursanız olun kapınıza geliyorlar, fiyat broşürde belli, fotoğraflar da var ve gizli başka ücret yok içiniz rahat olsun diye yazıyor her broşürde. Sanırım zırt pırt önümüzden geçen limuzinler de bu sektöre hizmet ediyor.

20 Ağustos 2010, 17:56
Sonunda Los Angeles’tayız. Sabah Las Vegas’tan çıktık, tabi ki erken çıkamadık ve çölün kavurucu sıcaklarında yolculuğa başlamak zorunda kaldık. Tek acı çeken biz değildik, huysuz Suzi de yolda sık sık şişti durdu. Akşamüstüne doğru çölü bitirdikten sonra anca rahatladı. Los Angeles’a yaklaştığımızda Harley hegemonyasının yanısıra enduro ve racing motosikletlerin de belirdiğini gördük. Los Angeles’a vardığımızda ise tanıdık bir manzara vardı: trafik! Anam hem de ne trafik! Herşeyi büyük olan bu ülkenin trafiği de oldu mu tam oluyor! Aynı bizim Merter trafiği, İzmit’ten Merter’e 1 saatte, Merter’den de Bakırköy’e 1 saatte varırsınız ya, aynen öyle. Los Angeles’a girdikten sonra, otelimize 1 saatte ulaştık. Sunset Bulvarına girdikten sonra bu sefer çok dolaşmadık ama. Büyük şehirlerde az geziyoruz nedense, küçük kasabalarda geçilmedik nokta bırakmıyoruz ama oteli bulana kadar. Neyse otelimizi bulduğumuzda ise bizi acı bir sürpriz bekliyordu, çift kişilik tek bir yatak! Ama neyse ki bir de çekyat var odada. Artık akşam birimiz onda yatacak.

20 Ağustos 2010, 02:30
Yalnız otelimizin konumu iyi. Akşam yemeğine çıkmadan önce havuza girelim dedik, Emre girdi ama ben girmedim çok soğuktu. Batı yakası soğuk, Vegas gibi değil. Vegas geceleri bile aşırı sıcak. Sonra bir duş alıp motorlara atladığımız gibi Beverly Hills'a gittik. Çok güzel, nezih bir semt Beverly Hills. Birkaç fotoğraf çektik ve yine (!) bir burgercide hamburgerlerimizi yedik ve otele geri döndük. Motorlarımızı kitledik ve gece hayatına hazırdık.

LA'in gece hayatı çok renkli. Çok uzun birkaç caddenin üzeri kafe, bar, kulüp dolu. Biz de birkaç mekan seçip gidelim dedik ama araçsız gitmek zor. Atladık otobüse. Otobüs tam anlamıyla birleşmiş milletler. Her telden, her milletten insan var. Gideceğimiz yere varıp birkaç bar gezdikten sonra dedik ki LA'a geldik, strip club'a niye gitmiyoruz. Tam da yakınlarda Body Shop isimli bir kulüp gördük. Şu Los Angeles aşığı Mötley Crüe’nün Girls Girls Girls şarkısındaki Body Shop değil mi bu dedik ve daldık içeri. Hakkatten de öyleymiş, Girls Girls Girls’teki Body Shop buymuş. Aynı zamanda Demi Moore’un Striptease filminde oynamadan önce gelip günlerce ders aldığı kulüp de Body Shop’un ta kendisiymiş. Çok güzel bir kulüp yalnız. Gülümsemeleri duyar gibiyim ama, aklınıza gelen şekilde güzel demek istemedim. Bir kere mekanda alkol yok. Gerçi alkollü striptiz kulüpleri de var onların da bundan daha az nezih olduğunu sanmıyorum ama Body Shop çok nezih bir kulüp. Girişteki görevliden tut, barmaidlere, çalışan kızlara kadar son derece terbiyeli ve temiz bir ortam. Tabi ki bir striptiz kulübünün gerektirdiği herşey var, ama ortam çok temiz. Batak bir hava yok. Yani şöyle özetliyim, kendimi çok rahat hissettim içerde. Kızlar da son derece arkadaş canlısı ve samimi. Sen istemediğin sürece askıntı olmuyorlar. Gelip yarım saat sohbet ediyor mesela biri, sonra seni davet ediyor lapdance için vs, “şimdi canım istemiyor” gibi bir yanıt alınca da “ben yarım saatimi burada boş yere mi harcadım” modunda değil, gayet güzel bir şekilde vedalaşıp ayrılıyor veya ayrılmayabilebiliyor, atıyorum sohbet güzelse falan. İşlerini yaparken eğlenedikleri de yüzlerinden okunuyor. Ve şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Müşteriler olarak kızlı erkekli bir kulüp Body Shop. eşiyle, kız arkadaşıyla, veya arkadaş grubuyla gelen de bir sürü insan var. Hatta sahnede o anda dans eden kız, sahnenin kenarında oturanların cinsiyetine bakmadan gelip şov yapıp bahşiş isteyebiliyor. Kısacası güven veren, temiz, kaz gibi yolunmadığınız, bahşiş vermek zorunlu olmayan ama güzel bir hareket olarak görülen, ucuz, ilk meyve suyundan sonra içki içmenin zorunlu olmadığı, lapdance almanın veya sahne kenarına oturup bahşiş saçmanın zorunlu olmadığı çok güzel ve eğlenceli bir striptiz kulübü Body Shop. Neyse Body Shop’tan çıkıp artık otele dönelim dedik ve LA’in taksileriyle takılmanın zamanı gelmişti. Burada da her yerde olduğu gibi taksiler Asyalıların elinde. Çılgın şoförümüz bizi otele yetiştirmeye çalışırken bir ciple az daha kafa kafaya vuruyordu!.. Neyse sağ salim oteldeyiz ve yorgunluktan bayılmak üzereyiz şimdi.

21 Ağustos 2010, 01:23
İşte bugün Los Angeles’ın tam anlamıyla altını üstüne getirdik. Sabah çıktık, güzel bir kahvaltıdan sonra başladık Walk Of Fame’i boydan boya gezmeye. O kadar çok ünlü var ki hangi birinin yıldızıyla fotoğraf çektireceğimizi şaşırdık. Sonra turistik atraksiyonlara takılalım dedik biraz. Önce Wax Museum’a girdik. Burası Madame Tussauds’un çakması. Madam Tussauds varken böyle bir mekanı niye açmışlar bilmiyoırum. Heykeller çok çakma. Neyse ki kısa sürdü ve çıkıp Guiness Records isimli bir müzeye daha girdik. Burası daha da kötüydü. İçerde hiçbirşey yok. Bir tane figür, yanında destan gibi bunun hangi rekoru temsil ettiğini anlatan yazı. Yani sadece yazı gördük denebilir. Hemen kaçmak istedik burdan ama çıkışı da bulmak ayrı bir mesele. Müze bitti, çıkış yok! Çok acayip bir yere yapmışlar çıkışı, hiç çıkışa benzemiyor. Artık Madame Tussauds'a gitmenin vakti gelmişti. Burası çok daha başarılı. Londra’dakinden daha küçük tabi, ama olsun. Gündüzün büyük bölümünü burada harcadık. Heykeller çok gerçekçi. Hele kapıdan girer girmez sizin fotoğrafınızı çeken yok mu! Neyse bütün ünlülerle bir sürü fotoğraf çektirdik, en çok da Marilyn Monroe ile. Ben diyim 100, Emre desin 300! Çok güzeldi Madame Tussauds tecrübesi. Otele bir dönelim artık dedik. Odamızı değiştirtmiştik, artık ikimizin de birer yatağı var. Akşam da çıkıp yine birkaç bara gittik ama çok gezemedik, hem gündüz çok yorulduğumuz hem de yarın yola çıkacağımız için nispeten daha erken bir saatte otele geri döndük. Birazdan uykunun tatlı kollarına bırakacağız kendimizi.

22 Ağustos 2010, 20:00
San Francisco’ya vardık. Yolda bu sefer otobanda San Francisco tabelasını kaçırıp yanlış yola saparak kendimize yakışanı yaptık. İlk çıkıştan çıkıp geri dönmeye çalışırken kendimizi otobanın diğer tarafında bulduk. Dedik ki kenara çekelim GPS’e falan bakalım bari (when all else fails, follow instructions). Tam motorlardan indik arkamıza bir polis arabası yanaştı. Dedik ki hah tamam macera geliyor, polis arabadan “you guys ok?” diye indi. Meğer bizi merak etmiş. Dedik ki biz tabelayı kaçırdık, San Francisco’ya nasıl gideceğiz. Adam 4-5 farklı rota tarif etti bize. Çok hızlı konuşuyordu, ayrıca sarışın ve mavi gözlüydü. Ben tam adamdan etkilenmek üzereydim ki Emre adama teşekkür etti ve gönderdi. Sonra yine kaybolduk. Sırf zencilerin olduğu bir kasabada bulduk kendimizi. Tam San Andreas kasabası, çok şirin. Bir benzinciye yol sorduk, adamın tarif ettiği yolun tam tersini gidip otobana tekrar çıkabildik. Neyse zar zor tekrar San Francisco’ya vardık ama Bay Bridge’e girdiğimizde trafik yine tıkandı. Ne zormuş şu büyük şehir giriş ve çıkışları! San Francisco’nun içine baya bir süre sonra vardık. Yolları hep tersten gittiğimiz için yine defalarca u dönüşü yapmak zorunda kaldık. Bu arada artık Road King’e iyicene alıştım. Çok rahatım onun üzerinde. O da beni çok sevdi. Artık dalga geçmiyor, ciddi bir ilişkimiz var kendisiyle. Ama en son Simla’ları beklemek için oturacağımız (şu an oturduğumuz) kafeye yine düz girmek yerine u dönüşü ile girerken az daha atıyordum Road King’i yere. Son anda toparladım. Neyse, şimdi oturduk Simla’ları bekliyoruz.

23 Ağustos 2010, 00:20
Simla’larla buluştuk. Çok garip bir şey okuldan bir arkadaşın mezun olduktan sonra San Francisco’da yaşamaya başlasın, hatta orda evlensin. Sonra sen de Amerika’lara git, San Diego’dan motor kirala ve onu görmeye San Francisco’ya kadar sür. Ona da garip geldi zaten.

Buluştuk, buluştuğumuz kafede çok güzel bir yemek yedik. Burda çalışan insanlar da tabi ki göçmen. Bu kafedekiler Ürdün’lüydü mesela, çok sıcak samimi insanlardı. Krep yedik. Yemeği Arygris ısmarları! Kral delikanlı bu Argyris valla, seviyorum adamı. Türkiye’de nişanlarında tanıştığımda da tutmuştum. Sonra lokal bir bara gittik. Burda da tüm Amerika’da olduğu gibi içki satarken ID soruyorlar. Benim pasaporttaki ultra komik fotoğrafı gördüğünde bu bardaki abla da gülmeye başladı. Hatta gülmekle kalmayıp pasaportu tüm bar çalışanlarına gösterdi. Karşılarında benim gibi makara kukara peşinde koşan biri değil de, ciddiyeti seven biri olsa, hakaret olarak algılanabilen bir hareket aslında da, benim hoşuma bile gidiyor, gülüştük herkesle beraber. Şimdi evdeyiz. Simla bizi yatırdı. Onlar çalıştıkları için sabah erken çıkacaklar. Bize anahtar bıraktılar, biz de uyanıp çıkıp San Francisco’nun altını üstüne getireceğiz.

23 Ağustos 2010, 23:30
Sabah 11 gibi kahvaltı için çıktığımızda, kafelerin birçoğunun kapalı olmasına çok şaşırdık. Hayret birşey yani kahvaltı edeceğiz, açık mekan bulamıyoruz. Bir tane açık kafe bulduk, o da ana baba günü. Kahvaltıdan sonra San Francisco metrosunu bir deneyelim dedik. Metro hattı yerin altında ve kat kat. Çok başarılı. Önce Market Street’e gittik ordan yürüye yürüye Fisherman’s Wharf’a kadar geldik. Bay Area’da dolaşıp okyanusu ve Alcatraz’ı kestik, Bay Area thrash metal’inin doğduğu yerlerde cirit atıp o havayı soluduk. Bir sürü alışveriş yapıp soluğu Hooters’ta aldık. Hooters’ın adına yakışır şekilde servis aldıktan sonra gidelim dedik okyanusa biraz ayaklarımızı sokalım. Okyanus soğuk. Yüzmek mümkün değil burada.

Buradan direk binip eve gitmektense nedense Market Street’e kadar yürüdük. Ayaklarımıza kara sular iyicene indi. Ama Mafia’nın esinlenildiği, yokuşlarla dolu San Francisco ara sokaklarından da geçmiş olduk. Keyifli ama yorucuydu. Simlacığımıza güzel bir şarap alıp eve vardığımızda Simla evde bizi bekliyordu. O da biz de bir hayli acıkmıştık. Çıktık dışarı, nerde yiyelim nerde yiyelim diye bakarken bir restoran seçtik, içeri girdik, restoran Türk çıkmasın mı? Simla ve Emre çok sevindi tabi, orada yaşadıkları ve Türk yemeklerini özledikleri için. Mücver, biber dolması falan yedik. Urfa isotuna yatırılmış ahtapot salatası yedik bir de. Eve geldiğimizde motorlardan birinde ceza gördük. Meğer bizim motorları koyduğumuz yere gündüz 1 saatten fazla park edilemiyormuş.

Yarın Highway 1’a çıkacağız. Bugün erken yatmak mantıklı bir hareket olabilir.

24 Ağustos 2010, 22:45
Bugün evden çıkıp kahvaltı ettikten sonra ilk işimiz Emre’ye bir rüzgarlık almak için evin yakınındaki bir motor tamirci dükkanına uğramak olacaktı. Bu dükkanı Jennifer isimli bir abla işletiyordu, çok iri yapılı, yardımsever bir ablaydı. Tamir konusunda da çok tecrübeli olduğu belliydi. Ben bu ablanın dükkanındaki kitaplıkta “chicks on bikes” diye bir kitap gördüm ve hemen satın aldım. Meğer bu kitabın bir bölümünde bu abladan da bahsediyorlarmış, abla hemen kendi sayfasını bulup imzaladı. (Happy Trails! yazdı). Rüzgarlık konusuna geri dönecek olursak, iyi haber, hiçbir yerde bulamadığımız rüzgarlık, bu ufak motor tamircisinde vardı. Kötü haber ise, Emre’nin bir de hız gösterge kablosunun kopmuş olmasıydı ve bu tamircide o kablodan yoktu. Sipariş ettiklerinde ise 2 gün sonra gelebilirdi. Aslında hız göstergesi olmadan da önden ben gidersem Emre de beni takip ederse, hız sınırlarını takip edebilirdi ve kaç milde bir benzin alacağını benden öğrenebilirdi. Ama Emre bu kabloyu bulmadan San Francisco’dan ayrılmamaya kararlıydı. Bu andan itibaren, San Francisco’dan çıkmamız toplam 5 saat sürdü. 5 saat boyunca, en fazla 30 mil hızla ve 10 saniyede bir kırmızı ışık veya stop’larda durarak, aynı sokakları 10-20 kez görerek, 1500 CC’lik, 380 kg’lık bir Harley Davidson’ın üzerinde, 35 derece sıcakta motor kullandığınızı düşünebiliyor musunuz? Artık kaç tane u dönüşü yaptığımızı hayal bile edemiyorum. Sonuç itibariyle huysuz Suzi’ya uygun bir kablo bulamadık ve Los Angeles’tan önce konaklayacağımız yer olan San Simeon’a bu şekilde gitmek zorunda kaldık. Bu aslında baştan da belli gibiydi ama işte bir umut...

Artık şu kablodan umudu kesip Highway 1’a çıkmaya karar verildiğinde ben ağlamak üzereydim, Road King ise çoktan hüngür hüngür ağlıyordu. Öylesine sıcaktı ki, yanına kimseyi yaklaştırtmıyordu bile. Ama garibim, hiçbir ikaz göstergesini yakmadı bile. Biraz sakinleşmesini bekledim üzerine binebilmek için. Neyse Highway 1’a, yani okyanus kıyısına çıktığımızda, o da ben de çok rahatlamıştık. Muazzam manzarayı izleye izleye, arada sırada durup fotoğraf çeke çeke güneye doğru süzülüyorduk. Güneş de yavaş yavaş batıyordu. Bir fotoğraf molasında yanımızdan 2 adet ultra klasik motorcu geçti ama adamlar belli ki birer efsane idi. Selamımızı çaktık ve molamızı sonlandırıp yola çıktık, 10 dakika geçmedi ki, deminki elemanların kenarda dinleniyor olduklarını gördük. Hemmen çektik yanlarına, dedik ki vay güzel abilerim ne kral adamlara benziyorsunuz ya, tam Easy Rider olmuşsunuz! Çok hoşlarına gitti bu, oturduk biraz sohbet ettik. Bu tatilde tanışıp kaynaştığımız birçok insan gibi bunlar da çok sıcaktılar, bir de motorcu dayanışması var tabi. Adamlar harbi üstelik. Dingil değiller. Zaten Highway 1’ın günbatımı insanı sarhoş ediyor, abilerin de kafalar dumanlı, sakallar uzun, montlar eski, motorlar klasik. Dedik ki fotoğraf çekilelim mi, abiler zevkle kabul etti. Sarılıştık, fotoğraf çekildik. Gerçi fotoğraf biraz yamuk çıkmış ama olsun. Çok tarihi fotoğraf oldu. Akıl edemedim, abilerden e-mail adresi falan almadım. Ama kimbilir, belki günün birinde tekrar karşılaşırız abilerle, dünya küçük... Abiler hadi beraber sürelim dediler, seve seve kabul ettik. 4’ümüz ucuca dizildik, ben en arkaya geçtim, peşi sıra gidiyor iken abiler bir arabayı solladı. Bizim huysuz Suzi ise bu arabayı geçemeyince, bu abilerle son görüşmemiz oldu.
Biz de manzarayı izleye izleye giderken güneş battı tabi. Anam yok böyle bir soğuk. Tersine döndü hava. Maske, bant ne varsa geçirdim kafama, yok kar etmiyor. Tabi Highway 1’da yol lambası da yok. Etrafta pek araç da kalmadı. Zifiri karanlık, sağda okyanusun sesi, solumuz komple dağ, hem soğuktan hem korkudan titreye titreye San Simeon’a ulaşmaya çalışıyoruz. Yazarken bile ürperiyorum. Işık az (yok), yollar da virajlı olduğu için Emre hızını oldukça düşürdü. Tabi ben de düşürmek zorunda kaldım. Bir de rüzgarlıklar ve kaskların vizörleri okyanustan gelen nem soğukla çökünce buğu oldu. İyice zorlaştı şartlar yani. Road King ise bu soğukta çok mutlu, yatır beni virajlara diye bağırıyordu. Ama grup sürüşüne ayak uydurmak adına onun bu çağrılarını duymazdan geliyordum. Artık iyicene bütünleştim bu motorla. Tam anlamıyla keyfini alıyorum ve onun dilinden anlıyorum. O da beni sevdi.

San Simeon’a ulaştığımızda, oteli hemen bulmamız bizden beklenemezdi zaten. Yan yol, ara yol adına ne varsa tamamını kat ettik. San Simeon kasabasına ait karayollarının tamamını motorla geçtikten sonra otelimizi bulduk. Havayı bir görseniz, sanki kara kış. Bir kar yağmadığı kalıyor yani.

26 Ağustos 2010, 00:52
San Simeon’un sabahı da akşamı gibi sisli ve soğuk. Kalktığımız gibi motorlarımızı yükledik ve yakın bir diner’da kahvaltımızı yaptık. Hava hala kapalıydı. Uzun bir süre de açılmadı, ta ki dev bulut kütlesi üzerimizden kalkıp da güneş yüzünü gösterene kadar. Los Angeles’a geri dönüyoruz diye çok mutluydum. Güneş de açınca mutluluğum arttı. Tabi Los Angeles’ın trafiği vardı, ama olsun. Otelimiz bu sefer Hollywood’un göbeğinde. 7 gibi otele vardık. Duş falan alıp dışarı çıktık, Hollywood üzerinde bir bardan yüksek seste Black Sabbath şarkıları geliyodu. Girelim mi girmeyelim mi derken açlık ağır bastı ve karnımızı yine bir Meksika lokantasında doyurduk. Ardından tekrar Saddle Ranch’e gittik. Los Angeles’ın büyük barlarından Saddle Ranch. İçeride mekanik boğa da var, çok acayip şeyler izlenebiliyor zaman zaman. İçkiler de çeşitli, ortam da güzel. Bahçesinde de ufak şömineler var. Barın geri kalanı da vahşi batı temalı. Orada birkaç bira içtikten sonra dedik ki şu Black Sabbath çalan yere bir bakalım. Aman ne kadar güzel bir barmış. Adı Angels & Kings. Daha girişinden itibaren müthiş. Girişte ID kontrolü yapan bir zenci abi var. Benim meşhur pasaport fotoğrafını görünce bir hoşuna gitti ki! Hem girişte hem çıkışta uzun uzun sohbet ettik kendisiyle. İçerisi çok güzel yalnız. Çok acayip insanlar var, punk’ı, emo’su, metalcisi, efendisi, efendi metalcisi (ben ve Emre) vs... İçkiler çok güzel, susuz ve ucuz. Hayret verici bir bar yani hem de Hollywood’un tam göbeğinde. Bar kenarına da arada sırada kızarmış tavuk, pizza falan geliyor, bedava, millet yesin diye. Biraz da karnımız acıkmıştı, afiyetle yedik valla! Yarın artık heralde biraz dolaşıp direk buraya geliriz.

27 Ağustos 2010, 02:13
Sabah kahvaltı için odadan çıktık, caddeye çıkar çıkmaz bir şehir turu satıcısı bize dadandı. Allem etti, kallem etti sattı bize turu!.. 1 saat sonra tura katılcaktık, hemen gidip kahvaltı edip bir iki turistik dükkana daha bakıp geldik. Turumuz çok keyifliydi. Tur rehberimiz zenci bir komedyendi. Hakkatten çok başarılıydı. Baya keyif aldım ben, adam hiç susmadı. Tur boyunca konuştu bu da turu hakkatten çok eğlenceli kıldı bence. Önce Hollywood yazısının dibine kadar çıktı. Sonra Beverly Hills’ı baştan başa dolaştı. Bir sürü ünlünün evinin önünden geçtik, ama sadece kapı duvar. Benim aklımda kalanlar Ozzy Osbourne, Jennifer Aniston, Keanu Reeves, Arnold Schwarzanager, Michael Jackson, Playboy Mansion, Christina Agulera gibi isimler oldu. Tur rehberimiz beni Ashton Kutcher’a benzetti. Tüm tur boyunca bana Ashton diye seslendi. Tur bitince ben çok mutlu ayrıldım, bu adamın yaptığı benzer şeylere de gitmek isterdim. Turdan sonra da denize girelim dedik. Bu iş için de Santa Monica plajını seçtik, hem de belki plajda bir iki vampir görürüz belki dedik. Otobüs yolculuğu 1 saatin üzerinde sürdü, güneş de batmaya başlamıştı. Denize girmeyi bırakın, dışarıda bile üşüyorduk. Biz de etrafı gezdik, turistik atraksiyonlara baktık, okyanusa tekrar ayağımızı soktuk, yemek yedik ve geri döndük. Santa Monica büyük ve düzel bir plaj. Ama Santa Cruz ve Santa Barbara plajları daha güzel bence. Ama bunlarda durma şansımız yotku malesef, yolda geçerken görmekle yetindik. Akşam ise LA’de son gecemiz olduğu için tekrar otobüse atlayıp Sunset Bulvarının sonuna gittik. Saddle Ranch ve Body Shop dahil birkaç bar ve kulübe uğradık. Çok kalmamak lazımdı, o yüzden geri döndük ve Angels & Kings’te son bir bira içip zenci güvenlikle vedalaştıktan sonra otelimizdeyiz. Uyku gözümden akıyor şu an ve artık bırakıyorum  ben de kendimi ona.

27 Ağustos 2010, 23:56
Bugün son günüm. Sabah uyanıp çok sade bir törenle LA’e veda ettim. Ama gönlümün LA’de kaldığı da bir gerçek. Çıktık yola, kısa bir yolculuktan sonra San Diego’ya vardık. Eve gelip eşyaları boşalttık ve tekrar Eagle Rider’a gittik. Motoru teslim ettik. Ordan gidip Emre’nin motoru için hız göstergesi teli sipariş ettik. Sonra bir süpermarkete gidip benim biriken bozukları tümlettik. 10 dolar biriktirmişim biriktire biriktire! Akşam da San Diego Old Town’a gittik. Çok şirin bir kovboy kasabası Old Town. Kendime de buradan bir kovboy şapkası aldım, Gezdik gezdik üşüye üşüye döndük yine Emre’lerin mahalleye. Lokal bir iki barı da gezip birer bira içtik, dart oynadık ve tekrar evdeyiz. Amerika’daki son uykumu uyuyacağım birazdan.

28 Ağustos 2010, 12:11
San Diego havaalanındayım. 2 çanta ile geldim, 3 çanta ile dönüyorum. Artık çantaların birini burada vermek şart oldu. Çantamı teslim ettim, şimdi oturuyorum. Burada internet bedava. Fakat hiçbir yere bağlanmıyor.

28 Ağustos 2010, 20:52
United Airlines uçuşu yine çok kötüydü. Tek kelimeyle berbat. Hostesler suratsız. Millet kıl. Elimdeki çantayı da çok zor sığdırdım üst kabine, büyük sıkıntı oldu. Lanet olsun dedim bu çantayı da burada THY’ye teslim ettim. Şu an Chicago’dayım. Kapıda uçağı bekliyorum. Babama bir Scotch viski aldım. Kendime bir beyzbol topu getirmek istiyordum. Amerika’ya gitme fikri ilk oluştuğundan beri bu aklımdaydı. Çok yere baktım, fakat şöyle hediyelik olmayan, sade bir beyzbol topu bulamadım. Tam Amerika’dan dönüş vakti gelmiş, adam gibi düz bir beyzbol topu bulamadım diye düşünürken yaparken tam kapının ordaki hediyelik eşyacıda beyzbol köşesi çıkmasın mı? Tam istediğim renkte beyzbol topumu da aldım, şimdi artık hazırım. Al beni THY.

29 Ağustos 2010, 19:21
THY yolculuğu çok keyifli geçti. Ne de olsa business! Bu sefer az da kişiydik, hostesler daha özelleşmiş hizmet sunabildiler. Yanım da boştu, yatırdım koltuğu rahat rahat yayıla yayıla geldim. 1 saat de erken geldi uçak. Çantalarımı çok bekledim gerçi ama eninde sonunda eve ulaştım. İçimde buruk bir sevinç var. Şu an saat akşam 7, duşumu yaptım ve sanırım birazdan uyuyakalacağım. Çok sert bir jetlag beni bekliyor, hadi hayırlısı. Allah’tan yarın 30 Ağustos, tatil. Zafer Bayramı. Neşe doluyor insan.

Tatil boyunca duyduğum hoşuma giden çeşitli sözler:
  • Emre: Seni yenicem kemer. Sen mi büyüksün ben mi büyüğüm kemer! (mevcut bozuk kemerini yeni bir kemerle değiştirmeyip, bağlamaya çalışırken kemerle kavga ettiği sırada)
  • Meksika'dan Amerika'ya geçerkenki gümrük memuru: What were you doing in Mexico?
  • Beverly Hills'ta Hamburger Heaven diye bir yerde yemek yerken yan masadaki bir müşteri: What happens in Hamburger Heaven stays in Hamburger Heaven! (Emre'nin "what happens in vegas stays in vegas" t-shirt'ünü görünce)
  • Easy Rider abiler: Hey, they wanna rattle up some photos! (çok kral olduğunuz için sizinle fotoğraf çektirmek istiyoruz dedikten sonra)
  • LA turundaki zenci rehberimiz: Ashton, did you hear that? (Arkada oturan birine sorduğu soruya eleman çok mıy mıy cevap verdikten sonra, bana dönüp)
  • LA turundaki zenci rehberimiz: Damn!... Are they men? (kırmızı ışıkta durduğumuz bir yerde, arabadaki herkes kenardaki telefon kulübesinde telefonla konuşan sırtı dönük latin kızlara kitlendiği sırada, kızlara dönüp)
  • Angels & Kings’teki güvenlik: Show this photo to the girls inside, they’ll all go like “oh how cute!” (pasaportumdaki meşhur fotoğrafı gördükten sonra)
  • Luxor'daki Fantasy şovunda sahne alan komedyen & şarkıcı: You guys must see your faces man! (kadın kılığında sahneye çıkıp aşırı komik bir şekilde ve bayan ses tonuyla şarkıyı söylerken, bir ara kendi sesine dönüp, gülmekten kırılmakta olan kalabalığa)
  • Liz (Luxor'da havuzda takılan bir bayan): I was in California the other day... God, California was cold! (Kavurucu Las Vegas güneşinin altında, nereden geldiğimizi öğrendiğinde)
  • Kameron: You have a bigger smile on your face than the one you had before you picked up the bike! (Road King'i park edip anahtarını teslim alırken - kesinlikle doğru!)
Rotamız şu şekilde oldu (resmin üzerine tıklayın):


Rota, tüm Kuzey Amerika kıtası üzerinde ise şu kadarlık yer kaplıyor (resmin üzerine tıklayın):


    29 Temmuz 2010 Perşembe

    Bugün iki tane güzel hayvan fotoğrafı gördüm

    Bugün iki tane güzel hayvan fotoğrafı gördüm.

    Birincisi öpüşen balıklar üzerine :)

    Kissing Fish

    İkincisi de büyük bir keyif içersindeki bu inek. Valla fotoğrafa bakıp ben rahatladım!

    cute baby animals - Mmmmm Oh Yeah, Right There, Ahhhhhh
    Kaynak siteler ise şunlar: Daily Squee ve Acting Like Animals

    27 Temmuz 2010 Salı

    Saints 'N' Sinners

    Çok sevgili arkadaşım Deniz'in grubu Saints 'N' Sinners. Çok kaliteli heavy metal yapıyorlar. Yıllardır çeşitli festivallerde çıkan bu grup sonunda bazı kayıt girişimlerinde bulunmuş. Geçenlerde Renegade Lawmakers şarkısı ile internette boy göstermeye başladılar. Tepkiler nasıl oldu bilemiyorum, ama facebook sayfalarında genelde insanlar çok beğendiler. Birkaç gün sonra da Max Schreck elimize ulaştı. Bu sefer klip şeklinde, Nosferatu'dan sahnelerle montajlanmış. İki şarkı da oldukça dile dolanıcı, özellikle Renegade Lawmakers'ı dinledikten sonra uzun bir süre "ooo Renegade Lawmakers" şeklinde söyledim...

    Başarılarının devamını diliyoruz. Albümün raflarda yerini almasını bekliyoruz.

    Grubun facebook sayfası: http://www.facebook.com/pages/Saints-N-Sinners/101547094379
    Myspace sayfası: http://www.myspace.com/bandsns

    Bu iki sayfadan da şarkıları da dinleyebilirsiniz. Max Schreck'in klip de aşağıda.


    Saints 'N' Sinners - Max Schreck from Saints 'N' Sinners on Vimeo.

    15 Temmuz 2010 Perşembe

    Ömer Hayyam, Rubailer ve Son Okuduğum Kitap : Amin Maalouf - Semerkant

    Ömer Hayyam'ın Rubailer'ini okumaya başladıktan bir süre sonra Amin Maalouf'un Semerkant'ını da okumaya başladım. Yani beni Semerkant'ı okumaya sevkeden şey Rubailer'di. Daha önce Amin Maalouf'un Doğu'nun Limanları'nı okumuş ve açıkçası bana hiç hitap etmediği için beğenmemiştim. Bu yazar bana göre değil bile demiştim. Fakat Semerkant'ı yoğun baskılar sonucu ödünç alıp okumaya başladığımda neler kaçıracağımı farkettim. Hemen gidip kendim için de bir Semerkant alıp okumaya başladım. Hala bitirmedim fakat bitmek üzere.

    Semerkant doğu kültürünü, Ömer Hayyam'ı, Hasan Sabbah'ı, Selçuklu Devleti ile bu kişilerin ilişkilerini anlatan bir kurgu. Kitabın yarısından sonra (1000 yıl sonra) ise roman bir anda batıya ve sonra hemen tekrar doğuya dönüveriyor. Konu çok ilgi çekici, gizemli ve efsanevi. Doğunun mistizm kokan kültürünü muhteşem bir kurgu ile harmanlamış Amin Maalouf.

    Rubailer'i ise çoktan bitirmiştim. Hangi rubai orijinalinde Ömer Hayyam'a ait, hangileri değil sanırım hiç bilemeyeceğiz. Hatta belki hiçbiri bile ona ait değil. Ama Rubailer'den edindiğimiz hayat görüşü, felsefe ve inanç (akıl yolundan başka hiçbir şeye kulak asma) bana da çok yakın olduğu için ona karşı bir hayranlık oluştu bende de.

    Hoşuma giden birkaç rubaiyi (bendeki kopyasındaki tercümeyle) buraya yazarak bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.

    Ne gördünse dünyada hepsi koca bir hiçtir
    Ne gördün ne işittin, onlar da birer hiçbir
    Dolaştın enginleri bir baştan diğer başa
    Büzüldün bir kenarda, oturdun, yine hiçtir


    Madem ki dünya sana hep keder verecek
    Madem ki temiz ruhun bedenden ayrılacak
    Ot bitmeden o aziz mezarının üstünde
    Gönlünün arzusunca eğlen sen, keyfine bak


    Eğer akıl gözünü açar da bir bakarsan
    Dost bildiklerini görürsün sana düşman
    Bu zamanda sakın ha fazla dostun olmasın
    Zaman ustalarıyla sohbet et çok uzaktan

    Bana hiç sorulmadan bu dünyaya gelmişim
    Hayretlerimden başka artmadı hiçbir şeyim
    Bir gün yine aniden gideceğim dünyadan
    Niye geldim, amaç ne, hiç anlamış değilim


    Bahanem ibadetti, yine mescide geldim
    Doğrusunu istersen namaz için gelmedim
    Çalmıştım geçenlerde mescitten bir seccade
    O eskidi, bir yeni aşırmak için geldim


    Ey Hak tez beni endişelerden kurtar
    Seninle meşgul et de, sen beni benden kurtar
    Ayık bulundukça ben iyi kötü bilirim
    İyiyi ve kötüyü beni bilmekten kurtar

    Bundan sonraki iki rubai, yazının sonunda bahsettiğim kavramları biraz daha açıklıyor:

    Akıl yolundan başka hiçbir şeye kulak asma
    İyiyle arkadaş ol, kötüsüne yaklaşma
    Bu gün bu dünyada sevilmek ister isen
    Sen halinden memnun ol, kendini büyük sanma


    Şarap içtiğin zaman, akla kayıtsız kalma
    Kendin kaybetme haa, ve asla cahil olma
    Eğer gül renkli şarap helal olsun istersen
    Kimseleri incitme, asla divane olma


    Güzellikler geçici, bir gün yok olacaksın
    Ne vakte kadar zevkin peşinden koşacaksın
    İster zemzem çeşmesi, ister Ab-ı Hayat ol
    Neticede sen bile toprağa gireceksin


    Onlar senin ilminden istifade etmezler
    İlim ne, irfan nedir, onlar eşek, bilmezler
    Senede bir gün bile eline su dökmeden
    Bazen günde yüz defa gözyaşı döktürürler

    ve son olarak da işin özü olan,

    Desem ki bilgiden yana yoktur eksiğim
    En derin sırlara erdim, çok şey öğrendim
    Yetmiş iki yıl gördüm, hem gece hem gündüz
    Sonunda anladım, bir şey öğrenmemişim

    ile bitireyim.

    13 Temmuz 2010 Salı

    Son Okuduğum Kitap : Şemseddin Sami - Taaşuk-ı Tal'at ve Fitnat

    Bu kitabı ikinci kez okudum. İlk kez üniversite birinci sınıfta edebiyat dersi kapsamında okuduğum için keyfine varamamıştım. Üstelik o baskısı orijinaline yakındı, dolayısıyla eski Türkçe birçok kelime içerdiği için anlaması da zordu. Bu sefer okuduğum ise günümüz Türkçesiyle yazılmış, çok rahat okunuyor. Armoni Yayınevi'nden.

    Kitap adından da anlaşılacağı üzere Talat ve Fitnat isimli iki sevgilinin aşkını anlatıyor. İlk Türk romanı olduğu için önemli olan bu eser uzun bir hikaye gibi, kısa bir roman. Hikaye tabi ki acıklı ama okuması oldukça keyifli.

    12 Temmuz 2010 Pazartesi

    Yağ bezesi aldırmak

    Sol kolumda, dövmemin hemen altında kendimi bildim bileli duran bir yağ bezesi vardı. Aslında zararsızdı, senelerdir gül gibi geçinip gidiyorduk kendisiyle. Ta ki birkaç hafta önce durduk yere şişip kızarana kadar. Darbe almış da olabilirim fakat neden böyle olduğunu kestiremiyordum. Sık sık kaşınıyor, sızlıyor ve herhangi bir temas olduğunda acı veriyordu. Dedim ki ben bunu bir dermatoloğa göstereyim. Gittim hastaneye, dermatolog (Dr.Bilgehan Yılmaz) beni muayene etti ve "zararlı birşey değil, istersen hemen alırız" dedi. Dedim ki alalım. Bir cerrah arkadaşına sevketti. Plastik cerrahi uzmanı arkadaşı Op.Dr. Çağrı Sade de beni muayene ettikten sonra iki dakikada alırız dedi. Yattık masaya, çok kısa ve zahmetsiz bir operasyon. Hiçbir acı hissetmiyorsunuz ve sonrasında da kalkıp hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Tabi dikiş olduğu için bir süre o bölgeyi zorlayıcı hareket yapmamak ve mikrop kapmaması için denize falan girmemek gerekiyor ama, bu kadar. Şimdi artık ondan kurtuldum, hem kolum hem kafam rahat. Böyle bir yağ bezeniz varsa ve sıkıntı veriyorsa, hiç korkmadan gidin aldırın derim. 

    12 Haziran 2010 Cumartesi

    Son Okuduğum Kitap : Gaye Boralıoğlu - Meçhul

    Bu Gaye Boralıoğlu'nun okuduğum ikinci kitabı ve kendisine olan hayranlığım gittikçe artıyor. Öyle ki yazarın okumadığım tek kitabı olan Hepsi Hikaye'yi de, Meçhul'ü okurken aldım bile. Nasıl Cahit Berkay bizim kanımızı biliyor ve tam da ona göre besteler yapıyorsa, Gaye Boralıoğlu da ona göre yazıyor. Aksak Ritim'de de böyleydi. Meçhul'de de böyle.

    Meçhul, Manuel Çıtak'ın fotoğraflarının ustaca canlandırılmış hali. Kitabın arka kapağında kitap "Manuel Çıtak’ın fotoğraflarında yer alan hayatlar genellikle sıradan gibi gözükür. Bu sıradanlığın altında, fotoğrafa gerçektüstü, absürd bir içerik kazandıran garip sırlar vardır. Gaye Boralıoğlu, bu sırları keşfetme isteğiyle yola çıktı ve feleğin çemberinden geçen -ya da geçemeyen- insanları anlattığı bir romana ulaştı." cümleleriyle gayet güzel anlatılmış.

    Kitabın baş kahramanı olan İbrahim de bu hayatlardan biri. Ancak İbrahim'i ne duyuyoruz, ne görüyoruz. Ama fotoğraflar ve bu fotoğrafların anlattıklarından İbrahim'i çok iyi tanıyoruz. Ustaca yazılmış bir hikaye. Hepsi Hikaye'yi okumadan önce sanırım Gaye Boralıoğlu'nun yeni bir kitap yazmasını bekleyeceğim çünkü önümde okunacak bir Gaye Boralıoğlu eseri daha olması hoşuma gidiyor.

    25 Mayıs 2010 Salı

    Bir Edinburgh Macerası

    7 Mart 2010 Pazar, 17:30
    Dedim ki belgeleri ne de olsa toparladık, artık şu vize başvuru formunu doldurayım da randevu alayım. Demez olaydım. Oturdum bilgisayarın başına. Başladım formdaki soruları cevaplamaya. O sordukça ben cevaplıyorum, ben cevapladıkça o soruyor. Bitmiyor form bir türlü bitmiyor... Çok acayip sorular var bir de... Yok terör faaliyetinde bulundunuz mu, yok soykırım yaptınız mı...
    Bir de her sorunun kenarına soru işareti koymuşlar, anlamazsan bas diye. Basıyorsun, "lütfen istenilen cevabı verin" diyor.
    Tuzaklı sorular da var. Gittiğiniz yerde arkadaşınız var mı diyor, var dersen 50 tane soru çıkartıyor karşına. Yok demek lazım.
    Kafa karıştırıcı sorular var sonra, ziyaretiniz için kaç para ayırdınız diyor mesela. Sonra bu ziyaret size kaça mal olacak diyor. Sonra kaç para harcamayı düşünüyorsunuz diyor. Hangisine kaç para yazmalı bilemiyorsun, iyice dağıtıyor adamı.
    Doldurulması opsiyonel alanlar var, ama doldurmazsan ilerleyemiyorsun.
    Neyse, toplam 2 saatte formu doldurup Perşembe gününe randevumu aldım, bakalım randevu nasıl geçecek.

    11 Mart 2010 Perşembe, 8:00
    Randevuma erken gittim, çok kalabalık değilmiş, beni hemen aldılar. Randevu sistemi güzel birşey. İçersi de çok organize. İşlemleri özel bir şirket yürütüyor. Sırayla belgeleri teslim edip biyometrik bilgileri de verdim ve çıktım. İçeride toplam 15 dakika harcadım. Pasaportu da kurye ile teslim opsiyonunu seçtim ve pasaportu bekleme sürecine girdim, hadi bakalım.

    16 Mart 2010 Salı, 05:23
    Garip bir rüya gördüm. İniyorum İskoçya'ya, gerçi İskoçya'ya hiç gitmedim ama sanki İskoçya değil de İngiltere gibi duruyor. Ersev ve Kieran beni karşılıyor, sarılıyoruz falan neyse sonra bir bakıyorum ki bavulumu almamışım! Döner bantta bırakmışım gelmişim, oraya geri de almıyorlar beni. Arıyorum havayolu şirketini diyorlar ki bavulunuzu Türkiye'ye geri göndermekten başka yapabileceğimiz birşey yok. Sonra ben bunların ofisine giriyorum geliyorum falan bir sonuca bağlayamıyorum, of ne sıkıntılı bir rüyaydı...

    17 Mart 2010 Çarşamba, 11:45
    Pasaportumu elime aldım. 6 aylık vize vermişler. Bütün belgeleri de geri göndermişler, başvuru formu hariç.
    Güzel. Artık herşey hazır. Sevgili Ersev'e ve biricik Kieran'a kavuşmak için beklemekten başka yapacak birşey kalmadı. Yok, aslında var birşey: Çanta almam lazım. Seyahat için kullanılabilecek bir çantam yok, alayım en iyisi bir tane ben.

    26 Mart 2010 Cuma, 13:07
    Biraz önce Ersev'den çok keyifli bir mail geldi. İskoçya'da yapacaklarımızdan falan bahsetmiş. Ne de güzel planlar yapmış, o da hevesli, keyifli... Heyecanlandım. Sabırsızlığım arttı.

    14 Nisan 2010 Çarşamba, 22:29
    MP3 çalarıma 10 yıl önce İngiltere sokaklarını arşınlarken kulağımdaki kulaklıklar ve cebimdeki kocaman discman ile dinlediğim albümleri atıyorum... Nostaljik adamız ya! Ne güzel günlerdi onlar. Iron Maiden'ın Brave New World albümü ben oradayken çıkmıştı, çıktığı gün koşmuştum Virgin'e Maiden diye bağıra bağıra... Bakalım 3 gitar nasıl olacaklar diye. Gecenin yarılarında kulağımda Cradle Of Filth, az geçmedim loş aydınlatılmış yemyeşil çimenlerden parklardan. Alice Cooper, şimdi pek hoşlanmasam da HIM falan aklıma o zaman oradan aldığım ve aklıma gelen tüm albümleri MP3 çalarıma yükledim. 10 yıl sonra bu sefer İskoçya'da dinleyeceğim bunları. Ne nostalji olacak be!

    16 Nisan 2010 Cuma, 23:09
    İzlanda'da patlayan yanardağ yüzünden uçuşumuz tehlikeye girdi!! Tüm Avrupa hava trafiği altüst olmuş durumda, İngiltere de başta olmak üzere tabi ki! Neden? Çünkü ben gideceğim!.. Gün gün bir sonraki sabahki uçuşları iptal edip edip duruyolar... Bakalım benim uçuşum olduğu gün ne olacak? Bugün Cuma, benim uçuşum Çarşamba sabahı... Bütün bu heves, yazdıklarım tam bir fiyaskoyla mı sonuçlanacak? Çok büyük bir "loser" mı olacağız yani?

    21 Nisan 2010 Çarşamba, 17:26
    Evet, uçuşum iptal oldu. 1,5 haftalık son derece sancılı bir takip sürecinden sonra Çarşamba sabahki BA0675 sefer sayılı İstanbul-Londra uçuşu iptal. Bu iptal edilen uçuştan hemen sonra İngiltere'nin hava sahasını tekrar açıp akşamki uçuşları ve bundan sonraki tüm uçuşları yapması?..
    17 Mayıs'a aldım rezervasyonlarımı. Malesef Ramsaygiller'in otelinde yer yok. Ben de Abbey Hotel'den yer ayırttım. Onlar Abbeygiller değil çünkü rezervasyonu booking.com üzerinden yaptım. Onlarla Ramsaygiller gibi samimi olmadım.

    10 Mayıs 2010 Pazartesi, 09:20
    Kül krizi tekrar başlıyor. Çok sevdiğim bir yanardağ olan Eyjafjallajökull, Avrupa hava sahasını etkilemeye tekrar başladı. 1 ay durulmuştu, benim uçuşum yaklaşınca doğal olarak tekrar başladı aktiviteye. 1-2 gündür takip ediyorum, British Airways'in sitesinde "Flight Disruption Due to Volcanic Activity" linki belirmemişti, bugün belirdi. Henüz çok az bir kısmı iptal olmuş. Bakalım 1 hafta sonra tam bugün hatta şu sıralarda havada olacağım eğer çok sevgili Eyjafjallajökull (merhaba yazar gibi kolayca yazıyorum ismini bu arada) Soner uçmasın demezse... Tam 1 hafta yine sürecek stres...

    11 Mayıs 2010 Salı, 10:30
    Kesinlikle ileride anlatıp anlatıp güleceğim çok komik bir anı oldu bu İskoçya macerası... Üstelik daha gitmeden! Şimdi de British Airways personeli greve gitmesin mi??? Komediye gel... 2 sene önce motorla Yunanistan'a gittiğimizde de benzinciler grevdeydi, son anda Yunanistan sınırına geçtiğimiz gün bırakmışlardı grevi... Ama bu şans nedir ya? Eyjafjallajökull bitti grev başladı :) Üstelik sadece benim aktarma yapacağım Heathrow havaalanında!.. Hakkatten ilerde bunu anlatıp çok güleceğim...

    14 Mayıs 2010 Cuma, 12:03
    Ve beklenen oldu, Edinburgh - Heathrow seferim iptal oldu... Eyjafjallajökull diye haykırmak istiyorum! Uçuşu Gatwick'e olacak şekilde değiştirttim ben de. Oradan Heathrow'a kendim geçeceğim mecburen. Otobüs parasını da ben vereceğim üstelik! Buradan Gebze'ye gitmek gibi birşey olmasına rağmen otobüsle 20£'muş. Herşey olduğu gibi otobüs biletleri de pahalı şu ilahi İngiltere'de...

    17 Mayıs 2010 Pazartesi, 12:30
    Sonunda geldim! İnanamıyorum hala... Ama tabi ki normal bir geliş olmadı, hiç olur mu? Dün gece saat 2 gibi uyandım. Dedim ki şu uçuşun statüsüne bir bakayım... Bakmaz olaydım! Londra hava sahası kapanmıştır yazmıyor mu? Benim uçuşun statüsüne bakıyorum, hala confirmed gözüküyor, fakat iptal olacakmış gibi duruyor. Tabi sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabah tekrar kontrol ettiğimde hala confirmed gözüküyordu. Neyse havaalanına gittim bindim ve geldim... Çok sıkıcı bir yolculuktu. Heathrow'da çalışanların yarısından baya bir fazlası Hintli.Yardımcı oluyorlar ama herkes farklı birşey söylüyor. Birinin söylediğiyle diğerinin söylediği tutmuyor. Çok sinir bozucu. Şu an iç hatlar bağlantı salonunda uçuşumun saatinin gelmesini bekliyorum. İnternete de bağlanamadım, offline yazıyorum. Burada internete girebilmek için paket satın almak gerekiyor ve en küçük paket 1 günlük ve fiyatı 10 pound. Hayatta vermem! Neyse zaten uçuşları gösteren tabela önümde duruyor. Oradan kontrol ediyorum, iptal edilen bir sefer yok. Çok acayip tipler geçiyor sağdan soldan... Şu an acıkmış olmam gerekiyor fakat sinir ve heyecandan yemek düşünemiyorum. Birazdan birşeyler yemem gerekiyor ama...

    18 Mayıs 2010 Salı, 00:50
    Ve tarihi buluşma gerçekleşti... Edinburgh havalimanında Ersev adlı prensesle buluşuverdik. Beni aldı önce otelime götürdü. Eşyaları bıraktık sonra onun evine gittik laptopını aldık okuluna bıraktık sonra ver elini Edinburgh sokakları. Başladık cirit atmaya. Klasik Türk kan taşının üzerindeki logoyu kendine logo seçmiş bir berber var burada. Dükkanın adı da "BERBER". Bir de nargileci var boğaz köprüsü logolu. Gittik bad boy style bir akşam yemeğinden sonra korku temalı bir bara. Burada zaten heryer korku temalı. Çok güzel bence. Yalnız Edinburgh İstanbul gibi. Kimse kırmızı ışık falan takmıyor :) Hemen adapte oldum tabi. İçtik içtik içtik şimdi de oteldeyiz gözlerim kapanmadan önce bu satırları yazmaya çalışıyorum bakalım :)

    18 Mayıs 2010 Salı, 09:56
    Oturdum bilgisayar başına dün geceyi yazayım diye sonra bir baktım ki yazmışım zaten :) Sabaha kadar üşümedim desem yalan olur yalnız oda soğuk. İyi ki en kalın pijamalarımı getirmişim. Dedim ki bu oda bu mevsimde böyleyse kışın nasıl olur acaba sonra bir baktım kalorifer varmış ve açık değilmiş. Hemen açtım bir süre sonra iliğim kemiğim ısındı vallahi!.. Otelden bahsedeyim biraz. Hostumuz Alan isimli çok kibar bir beyefendi. Herşeyle aşağı yukarı kendisi ilgileniyor. Abbey Hotel. Konumu çok iyi yalnız benim odanın manzarası yok, boşluğa bakıyor. Şu an otelde badana var gürültü falan oluyor sabahları. Bir de duştan çok sıcak su akıyor. Normalde soğuk akar diye şikayet edilir ama burada tam tersi. Yana yana duş aldım yani :) Yine de süper geldi duş yattım duşun altına bir süre. Otelin kahvaltısı da iyiydi. Yedik baconları haggisleri... Şimdi çıkıp Ramsay'lerle tanışmaya gideceğim. Ardından da Ersevciğimle buluşup başlayacağız Edinburgh'nun altını üstüne getirmeye...

    19 Mayıs 2010 Çarşamba, 00:44
    Odaya gelince yazarım diye düşünmüştüm ancak çok felaket yorulduğum için sanırım sabaha bırakacağım.

    19 Mayıs 2010 Çarşamba, 09:40
    Ah dün bittik! İnanılmaz yorgunluk! Gün şöyle başladı, kalktım ve otelin güzel kahvaltısını ettim sonra otelin ayarlanamayan kaynar suyu ile duş yaptım ve gittim Ramsaygillerle tanışmaya... Süper sıcak insanlar, otelleri de harika. Lanet olası volkan yüzünden ertelenen seyahatim için onların otellerinde bir oda bulamamam ise şaşılacak bir durum değil... Neyse sonra gittim Scott Monument'ın altında Ersev ile buluştuk sonra ver elini Arthur's Seat. Bu arada bu Arthur'u ben Excalibur'u taştan çeken Arthur zannediyordum fakat bu Arthur bir canavarmış ve bütün Arthur's Seat diye anılan bölge, ki birkaç on futbol sahası kadar, onun oturduğu yermiş. Yalnız bu Arthur's Seat'e tırmanmak aşırı zor, aşırı! Yarı yolda kesildik zaten ama hakkatten çok uzun. Geri indik tıpış tıpış ve aşağıda bir seremoniye denk geldik. İki tabur asker ve kocaman bir müzik grubu, gaydalar davullar bir sürü başka üflemeli falan marşlar çala çala gittiler, görkemliydi. Hintlilerin işlettiği hediyelik eşyacılarda aldık soluğu. Bir sürü alışveriş yaptık. Gayda, kilt falan aldım. Sonra Royal Mile'da cirit atmaya başladık. Baya güzel bir cadde Royal Mile. E tabi saatler geçti yorgunluk bastırdı, aradık Kierancığımızı ve onunla buluşup bir barda aldık soluğu (Don't kill the bar dude!). İçkilerimizi ve purolarımızı çektik içimize ardından Kieran koptu ve biz de Ersev'le gidip Mexican'cıda tıkınmaya gittik. Restorandan çıktığımızda ikimizde de birkaç kalori enerji kalmıştı saat de zaten 11 gibiydi, Ersev'in evine kadar gitmekte kullandık o enerjiyi. Evde sohbet muhabbet internet youtube vs'nin ardından ben otelime dönmek üzere yola çıktım. Nasıl yürüdüm onca yolu bilemiyorum valla sonra otele girip yatağa anca kıvrılabildim. Şimdi de room service beni çıkmam için zorluyor ben de mecburen çıkacağıım... Bugün planlar yine yoğun akşam da pub crawl yapacağız eğer ölmez isek :)

    20 Mayıs 2010 Perşembe, 01:39
    Sabah kahvaltısı ve sıcak bir duşun ardından tekrar vurdum kendimi Edinburugh sokaklarına. Taktım kulağıma kulaklıklarımı ve 10 yıl sonra tekrar Cradle of Filth dinleyerek yolda yürüyordum. Çok hoş, nostaljik anlardı. Ersev'le sözleştiğimiz gibi yine Monument'ın altına oturup onu beklemeye başladım. Ersev geldiğinde ise önce Monument'a tırmanmayı denedik ama tam bizim niyetlendiğimiz anda bir öğrenci grubu geldi ve planlarımızı bozdular. Monument'ın içi zaten çok dar, tepesine tırmanmak için çıkılan merdivenlerden bazen 1 kişi bile zor çıkacak hele 100 tane öğrenci veletle çıkmak imkansız. Monument yarına kaldı yani...

    Biz de National Gallery'ye gittik ordan da Scottish Museum'a... Bir kez daha müze falan gibi şeylerin bana pek birşey ifade etmediğini anladım ama gelmişken göreyim demiştim bunları da... Ordan çıkıp meadows'a yani çayır çimene gittik, hava soğuktu bugün. Giderken marketten sushi ve IrnBru aldık. Çimlerde soğuktan dona dona yedik içtik çok oturamadık. İskoçlar yine de şort tshirt'lelerdi çayırlarda ya neyse :) Ordan çıkıp daha önce Türkiye'de de olan fakat sonradan Türkiye'den çekilen, benim de onların yeni çantalarından satın almak istediğim Hein Gericke adlı motosiklet mağazasına gittik. Çok canayakın bir Bulgar ve bir İskoç tarafından işletiliyordu. Daha önceden mailleşmiştik, beni hatırladılar. İstediğim çantayı ve bir de eldiven aldım elemanlardan.

    Sırada St. Mary's Close vardı. St. Mary, veba zamanlarında Edinburgh'da yaşamış bir zengin. Onun evinin içinde ve civarlarında cereyan eden olayları toparlamışlar ve korku temalı bir tur hazırlamışlar. Eğlenceli ve havasızdı diyebilirim. Ama temalar, canlandırmalar hoştu. Ve rehberimiz şu ana kadar duyduğum en ağır İskoç şivesini konuşuyordu...

    St. Mary'den sonra yavaş yavaş Ersev'in eve dönerken yolda Kieran'la buluştuk. Beraber eve geldik ve biraz evde laklaktan sonra akşam yemeği için çıktık. Güzel tenha bir steakçide leziz steaklerimizi lüplettikten sonra vardık Old Town'a. Old Town, New Town ile içiçe geçmiş bir mahalle fakat New Town'un alt katında. Yani şehrin bu kısmı iki katlı. Alt katta başka bir mahalle var, üst katta ise köprülerle bağlı başka bir mahalle daha. Old Town'daki barlar çok hoş. Old Town'a indik ve başladık pub crawla. O bar senin bu bar benim içtik içtik takıldık. Bir süre sonra Kieran koptu ve biz de çıkıp yine Ersev'lere gittik. Oraya dün bıraktığım eşyaları çantaya doldurdum ve dışarı çıktığımda yere basacak halim bile yoktu. Atladım bir taksiye ve otele geri döndüm. Üstümü çıkarttım, bu yazıyı yazdım ve bilgisayarla muhtemelen aynı anda kapanacağız :)

    20 Mayıs 2010 Perşembe, 20:49
    Bugün son gün. Hava çok sıcak fakat hüzünlü. Sabah kalkıp dünkü gibi kahvaltı ve duştan sonra CoF eşliğinde Monument'a kadar geldim. Ersev de geldiğinde bu sefer Monument'a girmeye kararlıydık ve başardık. Ta tepesine kadar tırmandık. Tüm Edinburgh'ya hakim olduk ve bir sürü fotoğraf çektik. Ama merdivenler hakkatten acayip dar. Bırakın iki kişiyi tek başına bile zor çıkıyor insan.

    Monument'tan indiğimizde istikamet kaleydi. Tekrar Royal Mile'a çıktık ve kaleye kadar yürüdük. Kalenin içine girmedik ama etrafından bir sürü fotoğraf çektik. Kiltli askerlerin patrol ve değişim zamanını yakaladık ve büyük bir keyifle izledik. Aslında istediğimizden daha fazlasını (!) gördük diyebilirim. Kaleden inerken de Scotch Whisky Experience'a katıldık. Viskinin nerelerde ve nasıl yapıldığını anlatan 1 saatlik bir tur. Turun sonunda da viski tatmaca var. Baya güzel dizayn edilmiş, çok güzel görsellerle süslenmiş bir tur, çok hoşumuza gitti. Ersev de bu sayede Edinburgh'ya yeni gelmiş bir turist gibi gezdi benimle :) Sonra Royal Mile'dan geri dönerken hediyelik eşyacılara saldırmaya karar verdik. Bir sürü alışveriş yaparken bir tanesinden tam çıkarken görevli Hint'li kardeş bize hiçbirşey almamış olsak da "thank you" diye en şirin haliyle selam verirken benim çantam bir anahtarlık rafına takılmasın mı? Koca rafı indirdim aşağı! Hintlinin bir anda yüzü düştü o sırıtan yüz somurtmaya başladı :) Neyse beraber topladık rafı özür dileye dileye çıktık mağazadan ve tekrar meadows'ta aldık soluğu. Bu sefer hava güzeldi ve Yasemin ve Rudi'nin de cider'larla bize katılmasıyla birlikte tam bir piknik halini aldı ortam. Hava iyice kararıp soğuyana kadar da orda kaldık. Çok keyifli bir sohbetti, Yasemin ve Rudi'yi çok sevdim, çok sıcak insanlar. Yasemin'e daha çok kanım kaynadı tabi aynı kanı taşıdığımız için :) Şimdi ise tekrar Ersev'in evindeyiz ve Kieran'ı bekliyoruz. Saat oldukça geç oldu, kesin açık bir yer bulamayacağız ama benim yapmayı istediğim kalan tek şey Hard Rock kafeye gitmek, o da geç vakte kadar açık olur heralde.

    21 Mayıs 2010 Cuma, 01:07
    Hard Rock Cafe'ya gittik evet. Adetten dolayı bir Hard Rock Cafe Edinburgh tshirt'ü aldım. Oturduk son biralarımızı içmeye koyulduk. Duvarlarda Brian Johnson'ın tulumu, Ringo Starr'ın deri ceketi, Elvis Presley'in şapkası gibi tarihi eserler vardı :) Son biraları içtikten sonra son Edinburgh gecemi sonlandırmak üzere otelime döndüm ve bavulu hazırladım. Kesin 23 kiloyu aştık. Bakalım yarın ne olacak. İyi geceler Edinburgh.

    21 Mayıs 2010 Cuma, 09:30
    Hiç sevmiyorum ayrılıkları. Hele de böyle 4 gün boyunca yapışık ikiz gibi gezip uyku dışındaki tüm zamanları bir arada geçirdikten sonra. Hüzünlü bir Edinburgh sabahında Ersevciğimle buluşup havaalanına gittik. Artık kapıların kapanmasına az bir zaman kala ayrıldık ve benim yolculuğum birazdan başlıyor...

    22 Mayıs 2010 Cumartesi, 01:00
    Bittim. Kelimenin tam anlamıyla bittim. Allahtan yolculuk hiç sorunsuz ve çok kolay geçti. Ne bavul bekledim ne birşey, herşey çok rahattı. 24 kilo olan bavuluma ses de etmediler ne Edinburgh'da ne Heathrow'da. Ancaaak... Ağırlık yapmasın diye ayağıma giydiğim botlar, zaten zonk zonk zonklayan ayaklarımı iyice bitirdi. Sol ayağım öyle bir şişti ki mosmor. Uçaktan inip havaalanının kapısından çıkıp babamın arabasına kadar yürüdüğüm toplam 300-400 metre falan bir yol varsa, bu yol bana sanki dikenli tellerin, cam kırıklarının üstünde çıplak ayak yürüyorum gibi geldi. Neyse sonunda evdeyim ve duşumu yaptım birazdan yatağa girmeye hazırım...

    Edinburgh macerası da bu şekildeydi işte. Şimdi birkaç not:
    • Edinburgh'nun merkezi değil de etrafı İngiltere'ye benziyor.
    • Edinburgh'da hiç kedi yok.
    • Trainspotting'in çevrildiği sokaklarda cirit atmak oldukça keyifliydi.
    • Ben oradayken bir damla bile yağmur yağmadı.
    • İskoçya'da çok motosiklet olduğunu söyleyemeyeceğim fakat gördüğüm motosikletlerin 90%'ı Harley Davidson'dı. Tabi yollar cillop, etraf yemyeşil, fiyatı da ucuz, başka hangi motoru süreyim ki?
    • İskoçlar sıcakkanlı insanlar.
    • İskoçlarla konuşa konuşa İngilizce şivem İskoç şivesine, Ersev'le konuşa konuşa da Türkçem Kıbrıs şivesine kaydı. 
    • İnternetten tanıştığım ve senelerce yüzünü görmeden yazıştığım biriyle, ne onun ne benim evim olan İskoçya'da buluşmak çok cesaret isteyen birşeydi fakat istediği cesaretin büyüklüğü kadar da mucizevi bir şekilde iyi anlaştık ve alıştık birbirimize. İyi ki Yonja'daki MDB grubuna üye olmuşsun Ersev.
    • Mükemmel bir tatilden sonra Pazar günü evde oturup "yarın iş var" diye strese girmek kaçınılmaz bir şey.