Translate

14 Kasım 2010 Pazar

İstanbul'da bir Rus kızı

Cuma akşamı saatler 2'yi göstermeye başladığında, Tanya da belirdi kapının diğer tarafında. Taa oradan tanıdı beni onca insanın arasında, el sallaya sallaya geldi. Atatürk Havalimanı'nın saçma kapı sistemi yüzünden otopark parasını ödeyip kapıdan çıkmak için tüm dış hatları baştan başa yürümek zorunda kaldık. Çıkıp arabamıza binip ev yoluna koyulduk. Biraz şaşkın gibiydi Tanya. Çok acayip bir maceraydı onun için de benim için de, biraz heyecanlıydık ikimiz de.


Eve vardığımızda bu pijamalarını giyip bana getirdiği hediyeleri vermeye başladı. İki tane kalpak getirmiş bana, bir de votka. Votka sever misin dediğinde Smirnoff'larımı gösterdim, pek itibar göstermedi, meğer sevmezmiş Ruslar pek Smirnoff'u.

Saat 3 olmuştu ve ben çok yorucu bir haftanın sonundaydım. Yatmak istiyodum, hanfendinin pek niyeti yok gibiydi. Neyse zar zor razı ettim ve yattık uyuduk. Sabah şöyle 10-11 gibi kalkarım diye umuyodum ama bir baktım 8'de kalkmış bizimkisi kahvaltı hazırlamaya çalışıyor. Bir de bana "buzdolabın bomboş, sana kahvaltı sürprizi yapacaktım" demez mi? Demedim mi kız ben sana yarın kahvaltıya hisara gidiyoruz diye? Neyse toparladım ben bunu, bindik arabaya ver elini hisar. Her turist gibi boğazı görünce bıraktı çeneyi yere :) Ve bu çene Türkiye'den ayrılana kadar toparlanamadı bir daha...

Donjon'da serpme kahvaltının ancak yarısını bitirebildikten sonra, önce Ortaköy'ü gezdik, bir sürü fotoğraf çektik, ordan da Balat'a geçtik. Balat'ta Nev-i Kahve'de közde Türk kahvesini tecrübe etti ilk defa. Ordan Sultanahmet'e geçtik. Önce Ayasofya'yı sonra da Yerebatan Sarnıcı'nı gezdik. Yerebatan'ı uzun süredir ben de gezmemiştim, vesile oldu. Sonra akşam için hazırlanmak üzere eve gittik. Önce annemlere uğradık, onlar Tanya'yı, Tanya da onları görmek çok istiyordu. Annemle özellikle fazlasıyla (!) kaynaştılar. Sonra benim eve geçip bunun eşyalarını aldık ve önce hanfendinin kalacağı otele, sonra da Taksim'e geçtik. İstiklal'deki insan kalabalığını görünce şaşırdı tabi. J'adore'a gidelim, Burak'la Havva gelene kadar oturalım dedik ama yer yok ki! İstiklal ve tüm kafeler öylesine kalabalıktı ki... Biz bir yer bulana kadar Burak'lar geldi bile. Buluştuk, onlar hasret giderdikten sonra Galata Kulesi'nin yolunu tuttuk. Akşam yemeğini burada yedik. Güzel bir geceydi. Tanya şarapları sünger gibi çekti. Güzel şovlar izledik. Oryantal olsun çerkez olsun, efeler olsun, etkileyiciydi. Her milletten insan vardı ve 2 Türk masasından biri bizdik. Her masada hangi millettense onun bayrağı vardı, bizimkine de Rus ve Türk bayraklarını bir arada koydular. Bizimkisinin en çok etkilendiği sahne ise, Galata Kulesi'nin balkonundan tarihi yarımadaya bakarkenkiydi...

İkinci gün sırada boğaz turu vardı. 10:50'de Beşiktaş'tan bindik Boğaz Vapuru'na. Vapur ağzına kadar doluydu. Oturacak yer bulamadık. Sırayla Kanlıca, Yeniköy, Sarıyer, Rumeli Kavağı ve Anadolu Kavağı'na gidip geri geliyor. Kanlıca'dan geçtikten sonra, gemideki çaycılar yoğurt da satmaya başladılar, very famous Kanlike yogurt diye :) Biz de alıp yedik tabi. Ben de ilk defa yedim, çok güzelmiş gerçekten. Anadolu Kavağı'na varınca önce Yoros Kalesine zorlu bir tırmanış ve kalenin kapalı olduğunu ta tepeye çıktıktan sonra görüp, yol üstündeki restoranlardan birinde yemek yedik. 16:15'te Beşiktaş'a geri döndük ve karşıya geçmeye karar verdik. Amacımız Bağdat Caddesi'ne gitmekti. O gün Fenerbahçe-Galatasaray derbisi vardı, herhalde özellikle stadın orası çok tıkanır diye düşünürken tam tersi oldu. Hiç trafik yoktu. Tabi her yer komple taraftar doluydu fakat trafiği etkilememişti. Kolayca Bağdat'a vardık. Önce birer iskender yedik sonra dükkanlara baktık. Tanya'nın söylediğine göre burada fiyatlar Rusya'ya göre oldukça ucuzmuş. Pek alışveriş yapmadı gerçi. Neyse, akşam da Kadıköy'e geçtik. Çok sevdiğim Masal Evi'nde içkilerimizi içtik. Çıkıp hava ala ala geze geze geri yürüdük otoparka. Bizimkinin kafa biraz güzelleşince Rusça şarkı söylemeye başladı. Benim çok sevdiğim bir şarkı olan Очи чёрные (The Dark Eyes)'yi söylettim buna. O da bana Türkçe söyletti yalnız. Söyledim ben de birşeyler işte...


Artık son gün gelmiş çatmıştı. Hava bugün daha da güzeldi, güneşli ve sıcak. Arabayı Karaköy'e bıraktık. Mabel'e gidip saldım bunu, saldırsın çikolatalara diye... Biraz alışveriş yapıp paketleri arabaya koyduk ve Kabataş'a geçtik. Ordan tekneyle Kız Kulesi'ne geçtik. Hayran olup manzarayı kestik. Bir sürü fotoğraf çektik. Birer kahve içip Salacak'a geçtik. Ordan Beylerbeyi Sarayına geçtik ve varınca hatırladım ki, bugün Pazartesiydi ve Pazartesi günleri müzeler kapalı olurdu. Şansımıza küsüp Üsküdar'a geri döndük ve birer gözleme yedik. Gözlemecide 3 tane Alman gence rastladık. İngilizce'yi su gibi konuşuyorlardı, bu bana Tanya'nın rezalet İngilizce'sinden sonra ilaç gibi gelmişti. Elemanlarla birlikte Eminönü vapuruna bindik ve önce Mısır Çarşısı'na, sonra Hacı Bekir'e ordan da Kapalıçarşı'ya götürdüm Tanya'yı. Alışverişe doyduk ve soluğu tabi ki bir vazgeçilmez olan Erenler'de aldık. Bir sürü yerde Türk kahvesi içti ama içtiği en güzel Türk kahvesinin bu olduğunu söyledi. Bence de bu gerçek. Sonra Karaköy'e geçip Havva'yla buluştuk. Hepberaber atladık arabaya ve Havva'lara vardık. Orda Burak'ın hazırladığı güzel yemekleri yedik ve balkon sefası yaptık.

Ayrılık vakti gelmişti. Son kez Jazz'a attım Tanya'yı ve tekrar limandaydık. Kapısının açılmasını bekledik ve son kez kucaklaştıktan sonra yolladım Rus kızını Rusya'ya. Radyoda Iron Maiden çalıyor olsa da, kulaklarımda ise Kadıköy'de benim için söylediği Очи чёрные yankılanıyordu...