Translate

15 Eylül 2008 Pazartesi

Güney Marmara motosiklet gezisi - Eylül 2008

13 Eylül Cumartesi:

Sabah 8 gibi teker döndü. İstanbul uyanmıştı çoktan. Sıradan bir şekilde Gebze Opet’te (Mehmetçik Vakfı Tesisleri) durup benzin aldım. Tüm uzun yol gezilerimin vazgeçilmez durağı artık Gebze Opet. Birşey almayacaksam bile durmam gereken bir yer. Güneş yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı. Feribottan indiğimde montumun içliğini çıkardım. Sabit bir tempoda Orhangazi üzerinden İznik yoluna girdim, göl kıyısından süper bir yolculuk sonrasında İznik’e ulaştım. Otelime yerleşip foto makinemi kaptığım gibi kendimi sokağa attım. Aya Sofya’yı dışarıdan gördüm (tadilat olduğu için içine giremedim), Yeşil Cami’yi ziyaret ettim. İznik Müzesi’ne öğle tatili nedeniyle giremeyip, Yeşil Cami’nin huzur içeren avlusunda tatilin bitmesini bekledim, yarı uyuklar vaziyette. Lefke Kapının ardında, tüm İznik’i tepeden gördüğü iddia edilen bir tepe varmış. Oraya çıkayım dedim bu arada, ancak yarı yolda sıcağa dayanamayıp geri döndüm. Çinicileri ziyaret ettim ve dönüşte İznik müzesine girdim. Sonra şu 3 kapıyı tamamlayıp dedim ve İstanbul Kapı (İznik’in bir ucu) ve Yenişehir Kapı (İznik’in diğer ucu) arasını yürüyerek katettim. Son tarihi durağım olan Roma Tiyatrosunun ardından, koşarak göl kıyısına indim ve muazzam bir günbatımı izledim. Güneşi batırıp yaktım bir Djarum Black ve oradaki restaurantlardan birine konuşlandım. Dirty Cats isimli bir motosiklet grubuyla karşılaştım ama isimlerinden ötürü gidip tanışmak istemedim. İznik’in yayın balığı meşhurmuş. Gelmişken yiyeyim dedim ve tadı damağımda kaldı diyebilirim.

14 Eylül Pazar:


İznik küçük bir yer. Bu küçük yerde ramazanda öğlen yemek için açık restaurant bulmak zor. Bir tane buldum. Yemeğimi yedim, aa o yemeklerin beni gece WC’de sabahlatacağını nerden bilebilirdim? Sabahı zor ettim, o kadar darlanmıştım ki sabah otelin kahvaltısını beklemeden attım kendimi yollara. İznik’in delisiyle karşılaştım, bana “abi sen yarışçı mısın” diye sordu. Çıktım Yenişehir kapıdan, geldim gölün güney kıyısından manzaralı bir yoldan Gemlik’e. Acıkmıştım, her yer kapalıydı hala. Bir tane açık yer buldum ve şahane bir köy kahvaltısı yaptım. Planda Gölyazı’yı görmek vardı. GPS’im Gölyazı sapağını gösterdiğinde bir baktım ki yol çalışması var, karşı şeride geçmek imkansız. Moralim bozuk, Ulubat kuş cennetinin yolunu tuttum. Tam oraya geldim ki aynı durum. Neyse tavus kuşu göremediğim birşey değil dedim ve bunun üzerine bir de üşengeçliğim eklenince, Manyas kuş cennetini de görmekten vazgeçip Erdek’e yollandım. Ocaklar’a geldiğimde motosikletlerin girmesinin yasak olduğu sahil yürüyüş yoluna girdim çünkü otelimin bu sırada olduğunu biliyor, fakat nerede olduğunu bilmiyordum. Mümkün olduğunca düşük devirde motörümü süre süre Aruçi Otele geldim. Beni ilk karşılayan Cesur oldu. İlk başta pek sevişemedik köpecikle ama sonrasında çok alıştık birbirimize. Bu oteli çok tatlı yaşlı bir çift (Süleyman Bey, Nevin Hanım + Neşe hala) işletiyor. Kendimi otelde değil de evlerindeymişim gibi hissettirdiler. Otel, hatta Erdek çapında tek kişi olduğum için bana 6 kişilik kral dairesini tahsis ettiler. Deniz manzaralı, en tepede, kocaman bir oda. Deniz ve havuz ihtiyaçlarımı giderdim bol bol iki gün boyunca. Akşam yemeklerinden sonra da balkonumda günbatımına karşı Djarum Black tüttürmek de ayrı bir keyifti.

16 Eylül Salı:

Erdek’ten erken yola çıktım. Önce Bandırma’da uğramam gereken bir durak vardı: Bora. Barış üzerinden tanıdığım, internetten yazıştığımız, hatta bana şu an kullandığım lastikleri satan kişi. İlk defa yüzyüze tanıştık, çok şeker biriymiş Bora.
Yol bu sefer biraz hareketliydi, o kadar hareketliydi ki Etili civarında benzinim bitti. Hem de yokuş yukarı. En son gördüğüm benzinci 100km gerideydi. Böyle giderse halim yaman dedim, geçtim yedek depoya, benzin yakmamak için rüzgarlığın içine kapandım. Allahtan 18km sonra bir benzinci çıktı karşıma.
Bayramiç-Ezine arasındaki yol çalışmaları sayesinde ise hem ben hem motörüm belden aşağı komple çamur olduk. Bir cruiser’cının başına gelebilecek en kötü şey. Assos’a 20 km kala durduğum bir restaurantta en azından stop lambasını, farları ve sinyalleri görünür hale getirdim.
Son derece dar ve virajlı bir yoldan Assos’a ulaştım. Gittim otelimi buldum, burada adını hala öğrenemediğim bir köpek karşıladı beni, hem ne karşılamak. Üzerime atladı, kucağıma zıplayıp durdu, ayaklarımın üzerinde oturdu. Sonradan öğrendim bu yakınlığın sebebini: İsimsiz köpeğin babası husky’ymiş.
Yerleştim ve kendimi hemen denize attım. Deniz muazzam, sahil bomboş ve ıssız (bu otelde de tek başımaydım) ama bu huzuru bozan elbet birşey vardı: eşek arıları! Çok rahatsız oldum ve zamanımın büyük kısmını denizin içinde geçirerek bu problemi çözdüm.

17 Eylül Çarşamba:

6:00, 6:05, 6:10, 6:18, 6:20 derken 6:30’da kalktım ve 6:40 gibi yola çıktım. Beni Assos’tan aynı aldığı gibi uğurladı isimsiz köpek. Yola çıktığımda hala ay vardı. Ayvacık’a dönüşü daha sevimli (geniş) bir yoldan yaptım. Ezine’ye gelince müthiş Ezine peynirinin kokusu her yeri sarmıştı. Bu peynirden yememek olmazdı, onu da içeren şahane bir kahvaltı yaptım. Çanakkale’ye yaklaşırken Kilitbahir tarafına bir baktım ki simsiyah. Şimşekler sarmış dört bir yanı. Çanakkale içine girdim, Truva filminde kullanılan atı görmeye gittim. Eceabat’a bir geçtim ki, kan gövdeyi götürüyor. Yol böyle bir yağmur. Tekirdağ çıkışına kadar yağdı. İliklerime kadar ıslanmak neymiş, bugün gördüm ben. Bundan sonra tüm motörize tatillere yaz da olsa kışlık takımlar yedek alınarak çıkılacak. Deri eldivenlerim suyu çektiler, oldular birer gülle. Tüm boyayı ellerime salmaları da cabası. Bir Opet istasyonu bana sahip çıktı. Üzerimi falan değiştirdim (sonra 4 kez daha değiştirdim). Rezil vaziyette İstanbul’a girdim. Tabi ki trafik. Eve ulaştığımda ise zincirimden katara kutara bir ses geliyordu. Bir baktım ki zincirim kupkuru olmuş. Hemen yağadım 2 tur attım sesin kesildiğini duydum sonra da kendimi sıcacık duşun şefkatli kollarına bıraktım.