Translate

15 Kasım 2011 Salı

Ortadoğu'nun Paris'i: Beyrut

4 Kasım, Cuma:
Saatler mesai bitiş saatini gösterdiği anda yani 18:00'de GT'nin otoparkından çıktık. Yaklaşık iki saat sürede B blok'un kapısından, Mc Donald's'ın köşesine ulaştık. Bu bahsettiğim mesafe 500-600 metre! Ancak TEM - E5 bağlantı yoluna girer girmez trafik açılıverdi. 20:30 gibi evdeydik. Yemekti hazırlanmaydı falan derken 23:00 gibi havaalanına varmıştık. Havaalanlarındaki girişlerdeki güvenlikler her zaman beni germiştir. 50 kez giyin soyun saat kemer çıkar tak hızlıca falan... Neyse, her işi halledip Pronto'dan biletlerimizi alıp check-in sırasına girdiğimizde, uzaklardan adımı söyleye söyleye gelen birini farkettim. Bir baktım ki, lise arkadaşım Engin! Aslında birçok tesadüflere ve karşılaşmalara gebe olan bu yolculuğun sadece ilk şaşırtıcı anıydı bu. Engin de Beyrut'a gidiyormuş meğer! Uçakta da 3 sıra önümüzdeymiş meğer!..
Free Shop'ta oyalanırken ve uçağın kalkışına 1 saat civarı süre varken, bizim uçuşumuz için son çağrı diye anonsları duymamızla, kapıya koşmamız bir oldu. Uçağa körükle değil de otobüsle ulaştırıldık. Neyse ki uçağa son binen değildik. THY'yi severim. Güleryüzlü personel bizi güzelce karşıladı ve yerimize oturttu. Ben özellikle koridor istemiştim, Canan'sa benim yanıma oturdu. Pencere kenarında ise tanımadığımız bir kız oturmuştu. Uçuş güzel başladı, sohbet ede ede gidiyorduk Beyrut'a doğru. Yanımızdaki kızla da tanıştık, adı Arzu'ymuş. Biz Pronto Tur ile gidiyorduk o da ETS ile gidiyormuş Beyrut'a. Yolda laf lafı açtı, sohbet muhabbet derken vardık Beyrut'a. Uçaktan inip bavulları aldığımızda (04:30 civarı) acı bir gerçekle karşılaştık. Canan da ben de zannediyorduk ki gidip otele yerleşip birkaç saat uyuyacağız ve sabah kalkıp şehir turuna başlayacağız. Meğer öyle değilmiş. Bu haberiyse bize uçakta yanımıza oturmuş olan Arzu verdi. Hemen programlarımızı kontrol ettik belki bizim turda öyle değil diye, öyleymiş. Ya sonradan program değişmiş ve biz değişen programı print edip getirmişiz, ya da en baştan beri öyleymiş ve biz bizim düşündüğümüz gibi olmasını istemişiz. Hangisi bilmiyorum ama bir süre sonra kendimizi otobüste, şehir turuna başlamış bulduk. Daha hava aydınlanmamıştı.

5 Kasım, Cumartesi:


Karanlık havada başladık gezmeye. Ben rüyada gibiydim. Çok şaşkındım. Uykuyla uyumamak arasındaydım, bir otobüse binmiş, Beyrut'ta geziyorduk, saat 5'ti ve rehberimiz Metin Bey, karanlık ortamda bize birşeyler gösterip, gösterdiği şey hakkında bilgiler aktarıyordu. Ben ara ara dalıyor, arada da uyanıp Metin Bey'i dinliyordum. Bu turlardan açıkçası hiçbirşey anlamadım. Birkaç Dürzi sarayını gezdik, sanırım birinde de kahvaltımızı ettik. Kahvaltının ardından Solidere ve Downtown'da tanıtıcı geziler yaptık. Bu esnada ara ara yağmur yağdı. Beyrut'un yağmuru İstanbul'unki gibi değil. 15 dakika yağıp duruyor. Yağmurdan korunmak için sığındığımız bir tentenin altında Arzu'yla karşılaşıp akşam için sözleştik. Şehir merkezinde yaptığımız geziler ve Lübnan’ın yeniden yapılanmasında önemli rol oynayan, Lübnan'lıların çok sevdiği eski başbakan Refik Hariri'nin mezarını gördükten sonra, otele doğru yola çıktık. Otelimize yerleştikten sonra bir öğlen yemeği yemeden uyumayalım dedik. Soluğu otelin 50 metre ilersinde olan Cafe Hamra'da aldık. Fazla düşünmedik, karışık meze tabağı söyledik. Tabakta yaprak sarma, sigara böreği, humus, haydari, ıspanaklı mantı, içli köfte gibi mezeler vardı. Ben bir de Jallab içtim. Çok garip bir içecek. Garson bana palmiye suyu dedi fakat araştırdığımda keçiboynuzu, üzüm ve gülsuyundan yapılan sayko bir içecek olduğunu öğrendim. Onu da hızlıca lüpletip otele geri koştuk. Odaya ulaştığımızda saatlerimizi akşam 7'ye kurup kendimizi uykuya bıraktık.

Ooooh, ne güzel bir uykuydu, gündüz gündüz, mışıl mışıl. Üniversitede 2 ders arasında birkaç saat varsa gelip yurt odasında uyuduğum uykuları hatırlattı bana.

Uykumuzdan uyandığımızda, Arzu'nun mesajıyla karşılaştık. Meğer bizimkisi erken gelmiş de, bizim otelin etrafını keşfetmekle meşgulmüş! Biz de kalkıp hazırlandık ve dışarı çıktığımızda hava bir hayli serinlemişti. Kulüplerin çok önceden rezervasyon aldığını bilmediğimiz için bu şansı yitirmiştik, biz de kendimizce downtown'a doğru yürüyelim illa ilginç birşeyler buluruz dedik. Hamra'yı bitirip Elie Saab'ın ordan downtown'a sallandık. Ne yesek ne yesek diye düşünürken yol üstündeki bir suşici üçümüze de cazip geldi ve evet, Lübnan'da ilk akşam yemeğimizi bir suşicide yedik. Bir karışık suşi botu söyledik ve sakin sakin suşilerimizi yerken, pencereye kafamı çevirmemle DAANN diye bir ses duymam bir oldu. O da ne? Lise arkadaşım Engin'in suratını gördüm, aradan bir saniyenin onda biri zaman geçti ve Engin cama kafayı küttt diye çarpıverdi! Meğer camı daha ilerde sanıyormuş, bize daha yakın olmak istemiş ve cam izin vermemiş!

Suşilerimizi bitirip downtown'a geçtiğimizde kanyonvari alışveriş merkezi olan Souks ve saat kuleli meydan Nejmeh'e şöyle bir bakıp, bol bol nargile (şişe) içilen sokaklarda bir kafeye oturduk. Ben bir nargile ve yine jallab söyledim. Bu seferki daha keskin bir jallab'dı, bütün gece sürdü içmem. Nargile ise borusu çok kalın olduğu için İstanbul'dakilere göre baya bir gürül gürül geliyordu.

Nargile faslını bitirdiğimizde saat 12'ye geliyordu ve Arzu koptu ve oteline istirahate gitti. Bizse, bizim otele çok yakın bir barda takılmakta olan Moe ile buluşmaya gittik. Moe, benim daha önceden internet üzerinden tanıştığım bir arkadaşım. Beyrut'lu. The Kordz grubunun vokalisti. Beyrut'a gelmişken onla da yüzyüze bir tanışalım artık dedik. Sağolsun bizi kırmadı ve Brick's adlı barda buluştuk. Çok arkadaş canlısı, sıcak ve samimi bir insan çıktı Moe. Oldukça hoş bir sohbet gerçekleşti masada. Özellikle de sonlara doğru barın sahibi ve Moe'nun da kankası olan Jose geldikten sonra, ortam oldukça renklendi! Bardan çıkışta da hemen yakında olan bir tavuk sandviççiye gittik. Kızılkayalarvari bir mekan. Liğme liğme edilmiş tavuk parçalarını, taratora benzeyen bol sarımsaklı bir sosla dürüm yapıp servis ediyorlar. Çok lezzetli. Moe barda da olduğu gibi burda da bize hesap ödetmedi. Bizi otelimize bıraktığında ise daha önceden rica ettiğim imzalı cd'leri yarın otele bırakacağını söyledi Moe. İşte dünya vatandaşı dediğin böyle olur. Sanki 40 yıllık arkadaşmışız gibi. Böylece bu geceyi noktalayıp odamıza dönüp kendimizi tekrar uykuya bıraktık.

6 Kasım, Pazar:


Bugünkü plan Jeita'yı gezmekti. Jeita Grotto, Arapça'da büyük mağara anlamına geliyor. Dünyanın 7 harikası arasına girmeye aday olan bu mağara, hakikatten Beyrut'a gelen bir kişinin hiçbirşey görmese bile görmesi gereken bir yer. Jeita'da iki adet mağara var. Dışarıda ulaşım teleferiklerle sağlanıyor. Fakat tavsiyem yukarıya yürüyerek çıkıp, inişi teleferikle yapmanız. Böylece sıra beklememiş olursunuz. Yukarı mağarayı yürüyerek dolaşıp, aşağı mağarayı ise botlarla gezdikten sonra, Harissa'ya hareket ettik. Harissa tepesinin üzerinde kocaman bir Meryem Ana heykeli var. Onu da gördükten sonra yemek için White Beach restaurant diye bir yerde aldık soluğu. Güzel balıkları arak eşliğinde lüplettikten sonra, güzel manzaraların olduğu deniz kıyılarında fotoğraf çektirdik. Ardından toplanıp Byblos'a hareket ettik. Byblos bir liman şehri. Girne limanına oldukça benzer görüntüsü var. Byblos antik bir Finike kenti. Müthiş rehberimizden bu kent hakkında bilgileri alıp kaleyi gezdikten sonra, serbest zamanda çarşıyı gezip bol bol alışveriş yaptık. Toplanıp otele dönmemiz ise 7'yi bulmuştu.


Otelimize gelip dinlenip hazırlanıp tekrar çıkmaksa 10'u bulmuştu. Bugünkü amacımız Gemmayze'ye gitmek ve Moe'nun bize tavsiye ettiği birkaç bara uğramaktı. Hamra'dan downtown'a ilerlerken bir balıkçıda yemek yedik. TV'deki Barcelona - Atletico Bilbao maçı ise neşemize neşe kattı. Beyrut'ta da bir Messi golü görmedim demeyeceğim. Downtown'a ulaştığımızda ise haritadan baka baka Gemmayze'ye ulaşmaya çalışıyorduk. En civcivli sokaklardan birinde duvara haritayı yaslayıp yol ararken, arkamızdan, kendinden çok emin bir şekilde "What are you searching for?" diyen biri yaklaştı. Adama haritadan Gemmayze'ye gideceğimiz göstermeye çalışırken eleman, bırak şu haritayı ya dur ben sana tarif edeyim dercesine eliyle göstererek tarif etti. O tarifle Gemmayze'yi elimizle koymuş gibi bulduk.

Gemmayze'de trafik duruyor. Bizim Ortaköy-Bebek trafiği falan haltetmiş. Yolda bir sürü araba, trafik akmadığı için hepsinin kontaklar kapalı. Bizse bu lüks arabaların arasında yardıra yardıra Moe'nun bize aslında Bar Louie diye yazdığı ama bizim Bay Lounge diye okuduğumuz barı aramakla meşguldük. Birçok kişiye sorduk. Birçoğu bilmiyor tabi, bazılarıysa bilirmişçesine olmayan barı tarif etti bize. Hatta Bar Louie'ye bile sorduk. Burada Bay Lounge diye bir caz bar varmış, nerde acaba diye sorduk. Adamlar da, buradaki tek caz bar biziz, ama siz yine de şu alt sokağa bakın bir, bulamazsanız gelin dediler. Gidip tarif edilen yere baktığımızda tabi ki o isimde bir bar yoktu. Efes tabelası olan bir bara girip soralım bari dedik. Bir Kanada'lı, bir Mısır'lı ve bir Lübnan'lıdan oluşan bir masaya sorduk. Bilemediler tabi. Kanada'lı olan telefondan google'a bakıp bulamadığında, bulamayacağımızı iyice anladık ve Bar Louie'ye geri döndük. Dedik ki biz geldik, dediler ki hoşgeldiniz buyrun. İçerde bir grup çalıyordu. Klasik alternatif pop-rock gruplarından. Cover grubuydu. Onu izleyerek içkilerimizi yudumladık ve program bitince oldukça yorulmuş bedenlerimizi otele geri yürütemeyeceğimiz için taksiye bindik. Taksi ise servis yaptı, yani dolmuş gibi, arada binip inenler oluyordu. Otele geze geze geldik ama fiyat baya ucuza geldi. Odaya girdiğimizde rehberimiz Metin Bey'in notuyla karşılaştık. Kendi elyazısıyla her odaya mektup yazmış, uçak için buluşma saatini bildiriyordu. Mektubu bir kenara koyduğumuzda, çoktan uykuya dalmıştık bile.

7 Kasım, Pazartesi:
Sabah kahvaltısının ardından aklıma Moe'nun cd bırakacağı geldi ama Kanada turnesi için hazırlık yaptığından pek zannetmiyordum getireceğini. Ama yanılmışım! Resepsiyondan cd'lerimizi aldık. İkisini de özel olarak imzalamış Moe'cuğum... Oldukça mutlu etti bizi.

Saat 10:30'da Arzu kapıyı çaldı. Sohbet muhabbet, fotoğraf bakmaca, video izlemece eşliğinde hazırlandık ve tekrar vurduk kendimizi Beyrut sokaklarına. Bu sefer hava çok güzeldi. Tshirt'le rahatça yürüyebiliyorduk. 


Bu sefer deniz kenarına kordona (Korniş) inelim dedik. Ama downtown rotasından değil de Hamra'dan bir ara sokak seçip, izbe sokaklardan bohem varoşlardan geçe geçe indik aşağı. Denize kadar. Kızlar zerre kadar İngilizce bilmeyen, uzakdoğu kökenli bir abladan cezve alıp pazarlık yaparken, ben de TV'de oynayan Arapça dublajlı Gönülçelen'e takıldım. Deniz kıyısına indiğimizde Hard Rock Cafe karşımıza çıktı. Gelenek icabı birer tshirt alıp kafenin sağında solunda fotoğraf çektirdik. Sahilde batıya doğru yürümeye başladık. Kordon boyu tatlı tatlı süzülüyorduk. Denize giren tipleri, sahilde squash benzeri oyunlar oynayan kaslı ableri, garip garip balıklar tutan ilginç insanları izleyip, takdire şayan gördüklerimizi fotoğrafladık. Maksatımız dönme dolabın oraya kadar gidip binmekti fakat o kadar dayanamayıp bir taksiye atladık. Dünyanın en komik ve şeker taksi şoförüyle Abd El Wahab'a gittik. Çok fazla İngilizce bilmiyor ama tarzancayla derdini o kadar güzel anlatıyor ki. 16-17 yaşlarınca bir çocuk, oldukça şişman ve çok komik. Diyorum ki Abd El Wahab nasıl güzel bir yer mi? O kadar güzel ki diyor, anlatırken bir taraftan da göbeğini sıvazlayıp "Lebanese!.." diyor :) "Şimdi o taraflarda trafik kilittir, fakat ben şimdi sizi ara sokaklardan Abd El Wahab'ın oraya şak diye çıkartacağım"ı tarzanca anlattıktan sonra dediğini yapıp hop diye Abd El Wahab'ın önüne getirdi bizi. İçersi her elit mekan gibi ana baba günü. Rezervasyonsuz biraz zordu ama üst katta yer bulabildik. Şahane mezelerden olan bir karışım ve de bir karışık ızgara yetti de arttı bile. Ama beni bitiren Atayef Ashta oldu. Bu tatlıyı mutlaka denemelisiniz. Hamur işi ve özel kremalarla soslarla bezenmiş bir tatlı ama lezzeti inanılmaz. Hmmmmlamaktan zor bitirdik tatlıyı. 


Abd El Wahab'dan sonraki duraksa, yine Moe'nun tavsiye ettiği bir cafe-bar olan Pacifico'ydu. Telefonun GPS'iyle mekanı aradık ama gösterdiği yerde bulamadık. O esnada karşıdan gelen temiz giyimli bir çocuğa soralım bari dediğimizde, elemanın zaten orda çalıştığını öğrendik. Pacifico'yu sormak için Pacifico personelini seçmiştik yani. Eleman bize barın henüz açılmadığını, 7'de açılacağını söyledi. Biz de sonra geliriz madem diyerek tekrar Nejmeh meydanına doğru yollandık. Yolda Virgin'e uğrayıp Canan için iPhone fiyatı aldıktan sonra, Nejmeh'ye vardık. Petit Cafe'de birer çay içelim dedik ama sonra eğer yemeğe kalacaksanız, en az 50 dolar hesap ödememiz gerekeceğeini öğrendikten sonra kalktık. Bu sokaklar gece çok kalabalıklaşıyor ve adamı birer çay kahveyle oturtmuyorlar masalarda. 2 gün önce gözüme kestirdiğim bir purocuya gidip o gece içmek üzere bir Cohiba aldım. Dışarı çıktığımızda, saat kulesinin dibinde grubumuza yeni bir üye katıldı, Servet. Aynı anda Engin'leri de bir kafede kahve içerken gördük. Açıkhavada Engin'in suşicinin camına kafa atmasını canlandırdıktan sonra dedik ki madem yemek yiyelim.

Yemek için Gemmayze'ye gidelim dedik, oradan da yine bir bara geçeriz diye. Yemek için şu meşhur Le Chef'i seçtik. Le Chef çok ilginç bir yer. Esnaf lokantasına benziyor, içersi çok aşırı salaş ve güven vermiyor. Ama yemekler bir harika, lezze abidesi. Welcome kelimesine takmış durumdalar ve Vedat Milor'u tanıyorlar.

Yemek işini de hallettikten sonra Gemmayze'yi boydan boya bir turlayıp yine Bar Louie'ye girdik. İçkilerimizi söyledikten sonra garsonlardan biri Engin'e eğer grup çıktığında kalacaksanız hesaba grup ücretini de eklemek durumundayım dediğinde grup çıkmadan kalkacak gibi olduk, fakat grup çıktıktan sonra önceki geceden tanıştığımız ve sanırım üst düzey yetkili birini görüp masamıza davet ettim. Dedim bize böyle böyle diyorlar, şu içkilerimizi bitirip gidelim, elemansa bize istediğimiz kadar oturabileceğimizi, grup ücretinin eklenmeyeceğini söyledi. Vay be dedik kral abiymişsin. Birkaç birşey daha içip kalktık.

Daha sonra Arzu ve Servet koptu, bizse tekrar Downtown'a geldik. Engin'in ısrarlarıyla Momo At The Souks adlı janti bara girelim dedik. Kapıdaki görevliyi nasıl ikna etti bilemiyorum fakat kendimizi bir anda spor ayakabılarımızla, kot pantolonlarımız ve sırt çantalarımızla içeride bulduk. Kesinlikle mekandaki en ilginç tipler bizdik :) Girdiğimizde Dolapdere Big Gang çalıyordu. Çıkıp balkon kısmına oturduk ve yaklaşık bir saat kimse tarafından bakılmayıp sadece benim puroyu içtik ve sohbet ettik. Souks'a da girmedik demeyeceğiz.

Geceyi bitirmek istemiyorduk. Tekrar Hamra'ya geçip ordan barların olduğu sokağa daldık. Önce Brick's'teki Jose'ye bir merhaba dedik ve ardından Moe'nun tarif ettiği birkaç bara da girelim çıkalım dedik. Ordan birkaç genç bizi sağolsunlar götürdüler söylediğimiz barların olduğu bölgeye ve Main Street adlı barda da birer bira içip otelimize döndük. Yine acayip yorulmuştuk ve Beyrut'taki son günümüze uyanmak üzere gözlerimizi yumduk.

8 Kasım, Salı:
Beyrut'taki son günümüzü de şehirde gezip alışveriş yaparak geçirdik. Önce soru sormasını çok seven bir taksici eşliğinde Nejmeh meydanına geldik. Orada Arzu ve Servet'le buluşup Grand Cafe'de hafif birşeyler atıştırdık. Bu sefer avakado suyu denedik ve bir hayli memnun kaldık. Ardından gidip Class'tan Canan ve Servet'e birer iPhone aldık. Elektronikler Beyrut'ta çok ucuz. iPhone 4'ün fiyatı 750 dolar, 4S'inkiyse 1100 dolardı. Birkaç hediyelik eşyacıda daha alışveriş yapıp, adını şimdi hatırlayamadığım fakat Buddha Bar'ın hemen yanında olan bir tatlıcıdan kuru baklava aldık. Bizim otele taksiyle geri dönüp paketleri oraya bıraktık ve Beyrut'ta ilk yemeğimizi yediğimiz Cafe Hamra'ya gidip son yemeğimizi yedik. Dışarı çıktığımızda ise, Arzu'nun ilk geldiğinde gözüne kestirdiği bir dondurmacıda dondurma yedik. Bu Beyrut'lular tatlı işini biliyor arkadaş. Otellere geri döndüğümüzde ise ayrılık vakti gelmişti. Bavulları alıp grup olarak Hamra'ya çıktık ve kilit trafikte otobüsümüzü bekledik. Otobüsün görünmesi ile gelmesi arasında yarım saat süre geçti ve bindiğimizde lise arkadaşım Engin'in bize yer ayırdığını gördük. Yerlerimize oturduk ve havaalanına vardığımızda en son grubun bizim grup olduğunu farkettik. Biz 8 buçukta otobüse bindik, Arzu'larsa 8'de çoktan havaalanına varmışlardı. Otobüsten de en son biz indik, güvenlikten de en son biz girdik, check-in'i de en son biz yaptık (bu Canan'la yanyana oturamamamıza sebep oldu hatta), pasaporttan da en son biz geçtik. Freeshop'a geldiğimizde ise iyice sinirlerim tepeme çıktı çünkü bir gün önce otelin dibindeki bir tekel bayi bana freeshop'ta daha ucuza bulabilirim diye içkiyi buradan almamamı söylemişti. Fiyatlarsa freeshop'ta çok daha pahalıydı tabi. Örneğin, Beyrut şehir içinde 150 dolar olan Johnny Walker Blue Label, Lübnan freeshop'unda 230 dolar, Türkiye freeshop'unda ise 155 euro idi. Cidden sinir bozucu.


Neyse ki yerlerden biri koridordu da, oraya ben oturabildim. Uçağa bindiğimizde Beyrut'ta hava çok güzeldi, tshirt'le gezilebilecek durumdaydı. Türkiye'de ise hava buz, ağzımızdan buhar çıkıyor durumda. Millet uçağa tshirtlerle, askılılarla bindi ve öyle indi tabi. Üstelik körükle değil, uçaktan direk yere inip otobüslerle terminale taşındık. Dolayısıyla ben dahil herkes takırdadı :).

9 Kasım, Çarşamba:
İstanbul'a vardığımızda kendi kendime dedim ki, Beyrut'u da gördüm, hala çılgın şehrin yerini tutan yok. Başıma geleceği bildiğim için koşarak pasaport kuyruğuna girdim. Yine de her sırada 6-7 kişi vardı, neyse sıra bana çabuk geldi ve bavul beklemektense gidip freeshop'tan alacaklarımı aldım. Tabi ki Türkiye'deki free shop Beyrut'takinden de pahalı, almam gereken birkaç şeyi alıp bavuluma yöneldim. Bu bavul alma işinde çok şanslıyımdır, yine bavulumla aynı anda buluştuk carouselde. Bu arada Canan'la Engin'i gördüm fakat Arzu'ya veda edemedim. Tabi artık görüşüyor olacağımız için bu çok önemli değildi benim için.

Yurtdışı tatil dönüşlerini gerçekten çok seviyorum. Çünkü benim için İstanbul'uma kavuşmak anlamına geliyor. Havaalanı çıkışından sahil yoluna birleşen yolda İstanbul havasını içime çeke çeke eve vardım. Neyse ki tatilin bitmesine, yani dinlenmek için bir gün daha vardı...

Beyrut notları:
  • Beyrut'ta, taksiler sizi çevirir!
  • Beyrut halkı çok eğitimli. En alt kesim bile üniversite mezunu. Dışarıya çok beyin göçü veren bu ülkenin neredeyse tamamı İngilizce biliyor.
  • İlk iki gün oldukça soğuktu. Havadurumuna aldanıp geldik ve üşüdük, fakat sonra hava açtı ve tshirt'lerle oldukça rahat eder olduk. Ancak aynı tshirt'lerle İstanbul'a inmek çok hoş bir tecrübe değildi!
  • Otelin altında bir kırtasiyeci dükkanında dedesi bir Osmanlı paşası olan yaşlıca bir beyefendiyle tanıştık. Adam çok temiz, akıcı ve anlaşılır bir İngilizce konuşuyordu. Bize şehirle ilgili birçok tiyo verdi.
  • Beyrut'ta çok Harley Davidson kullanan motorcu var. Gümbür gümbür gelip, kırmızıda durup kendi aralarında Arapça konuşmaları ilginç bir sahne oluşturuyor.
  • Pembe montu ve kaskıyla bir Harley Davidson Sportster 1200 Custom kullanan çıtı pıtı bir kız gördük. Motoruna çok hakimdi.
  • Kurban Bayramı dolayısıyla Türkiye Beyrut'a akmış. Gerçek anlamda elimi salladığımda bir defasında Türk'e çarptım. Bazı restaurant - kafe'lerde tüm masaların Türk olduğu oluyordu.
  • Beyrut kızları çok çok alımlı giyiniyorlar. Oldukça gösterişli elbiseler, taşlı taşlı parlak çantalar, ayakabılar vs, vazgeçilmezleri.
  • Beyrut'lular çok lüks arabalara biniyorlar. Şehrin yarısı Ferrari ve Porsche Cayenne sahibi. Diğer çok sık gördüğüm arabalarsa Infiniti, Bentley ve Porsche Carrera, Cayman. Şaka gibi. Çok izbe, bakımsız bir sokakta park etmiş Bentley, Cayenne ve Ferrari'yi arka arkaya görebiliyorsunuz. Ben Doğan'ımı bırakmam o sokağa, adam rahat rahat Ferreri'sini bırakabiliyor.
  • Lübnan'da Aşk-ı Memnu, Gönülçelen gibi diziler çok seviliyor.
  • Beyrut'ta drift çok yaygın. Karşıdan karşıya geçerken, soldaki sokağa dönen bir arabanın arkası kayarak size çarpabiliyor :). Filmin adı Tokyo Drift yerine Beyrut Drift olmalıydı bence.