Translate

24 Mayıs 2012 Perşembe

Ben de i amsterdam oldum

 20 Nisan Cuma:
Öğlen yemeğini yiyip iş yerinden çıkıp eve geldim. Bavula son eklemeleri yapıp fermuarı çektiğim gibi attım kendimi sokağa. Her zamanki gibi normalde gelip bacağıma sürünen taksiler ihtiyaç anında kaybolmuşlardı. Uzun bir bekleyişten sonra birine atladığım gibi ver elini dış hatlar gidiş. Checkin'di, bavul vermekti, pasaporttu tıkır tıkır yürüdü ve duty free'den de alacaklarımı alıp S&M Lounge'a girdim. Bu lounge'a ilk defa giriyorum ve hiç memnun kalmadığımı söylemeden edemeyeceğim. Madem yatırım yapmayacaksın, kapat bence. İtibar düşürmekten başka birşey değil.

Uçuş saatine kadar oylanıp salona geçtiğimde ise ilk gözüme çarpan o oldu. O, adamım. Hemen seçtim onu kalabalıkta, dedim işte bu. Çirkin giyimi, dağınık ve pis görünümüyle yanımda oturmak için bu salonda en güçlü aday kendisiydi. Uçağa bindiğimde de bir sürprizle karşılaşmadım, adamımız gelip yanıma oturdu. Ben koridor tarafındaydım, eleman ortada, cam tarafına da bir adamcağız geldi. Bizim eleman tüm uçuş boyunca gerek gerinmeleriyle, gerek çıkardığı seslerle, gerek kapladığı yerle hem beni ben cam tarafındaki adamı son derece rahatsız etti. Tüm yol boyunca kitap okudum ve iner inmez kendimi koşarak dışarı attım.

Schiphol'e çıkar çıkmaz koşarak pasaport polisine doğru gittim, derdim hemen çıkmaktı ama polisin inanılmaz sorularıyla karşılaştım. Yanındaki polis tıkır tıkır gönderiyor milleti, bizimki beni sorguya çekti. Yok niye geldin yok kaç gün kalacaksın, kredi kartın var mı, limitleri ne kadar, kaç paran var vs vs aynı soruları iki üç kez soruyor bir de. Acayip sinir oldum ama hiç tepki vermeden her sorusuna yanıt verdim sonunda gönderdi beni. Bavulumu da aldığımda artık Amsterdam'a hazırdım. Sözleştiğimiz gibi Hakan'la Starbucks'ta buluşup biraz hasret giderdikten sonra trenle bir durak giderek Hakan'ın evine ulaştık.

Evde biraz dinlendikten sonra 11 gibi vurduk kendimizi tekrar sokaklara. Önce Leidsaplein'a gidip biraz demlendikten sonra Sugar Factory isminde bir kulüpe gittik. Hakan'ın arkadaşlarıyla buluşup içeri girdiğimizdeyse tesadüfen bir 80'ler 90'lar partisinde bulduk kendimizi. Amanın ne renkli tipler ne ilginç insanlar. İçerde her milletten insan vardı, çeşit çeşit. Çok keyif aldığımı söyleyebilirim.

Sabaha karşı kulüpten çıktığımızda ise yine Leidsaplein'da mucizevi bir şekilde beliren umumi pisuvarlar hayatımı kurtardı. Daha önce Ali Sami Yen'deki Metallica konserinde stadyuma nazır işimi görmüştüm, bugün de Leidsaplein'a bakarak.

Eve geldiğimizde hem seyahat hem eğlencenin yorgunluğu üzerimdeydi, üzerimdekileri fırlattığım gibi daha yatağa düşmeden uyuyakaldım.

21 Nisan Cumartesi:
Sabah uyandığımızda beklenen yağmurun çoktan geldiğini görmüştük. Kendimizi toparlayıp çıktığımızda saat 12'ye yaklaşıyordu. Çok güzel bir pancake'ciye gittik. Çok meşhurmuş ama adını alamadım ne yazık ki. Kapıda bekledik, tam 12'de açıldı ve ilk girenlerdendik. Aşağıda loş bir ışıkta harika pancake'leri lüplettik ve Amsterdam için hazırdım.


Kanalları soğan soyar gibi gezip gezip Dam meydanına ve Damrak'a ulaştık. Queen's Day hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu ve tam meydanda normalde olmayan bir lunapark vardı. Bir göz attıktan sonra Rokin'den dükkanlara baka baka gittik geldik. Biraz da alışveriş yaptık. Dam'a geri geldiğimizde, henüz Madame Tussaud's çok kalabalıklaşmamışken girelim dedik. İçeride heykellerle fotoğraf çektirdik. Son gittiğim Madame Tussaud's Los Angeles'taydı ve bir miktar heykel orasıyla aynıydı, örneğin Julie Roberts, Beyonce.
Madame Tussaud's'tan çıkınca bir hayli yorulmuştuk. Bloemenmarkt'a yani çiçek pazarına kadar yürüyüp ordaki bir alış veriş merkezinin üstündeki harika manzaralı bir kafede hafif birşeyler atıştırdık.

Tesadüf bu ya, herkes Amsterdam'da. Sosyal medyanın gücüyle Amsterdam'a bugün geldiğinden haberim olan arkadaşlarımla whatsapp üzerinden haberleşip konum paylaşmak suretiyle buluştuğumuzda 5 kişi olmuştuk. Buluştuğumuz bölgenin arkasında kalan müzeler bölgesindeki i amsterdam harfleriyle bir sürü fotoğraf çektirdik. Ardından Hard Rock kafeyi keşfedip kanala nazır bahçesinde oturup biralarımızı yudumlayıp yorgunluk attıktan sonra Vondelpark'ın içinden geçip ucundan çıktık. Yemek için seçtiğimiz restoran bir Meksika restoranıydı. İlginin alakanın ve yemeklerin harika olduğu bu mekandan çıktığımızda hedef ise belliydi: Red Light District.

Red Light District'i biliyorsunuz, hayat kadınlarının mesleklerini kırmızı ışıklı pencereleri olan küçük odalarda icra ettikleri bir mahalle. Turistik bir bölge. İnsanların çoğunluğu müşteri olarak değil, turist olarak geziyor bölgeyi. Her yaştan ve cinsiyetten insanın olduğunu da söylememe gerek yok herhalde.


Bu turistik gezinin ardından tekrar soğanın yapraklarına, Leidseplein'e geri döndük ve bir Irish pub'da soluklandık. Burada barlar gece 2'de kapanıyor ve müşterileri atıyorlar. Çok ilginç ve komik bence.

22 Nisan Pazar:
Bu sabah hava süperdi işte. Güneş gözlüklerimi takıp kendimizi sokağa attığımızda saat yine öğlene geliyordu. Kızlarla yine konum paylaşma suretiyle Bagels & Beans isimli bir restoranda buluşup harika ve uzun kahvaltımızın ardından kendimizi yine merkeze yani Dam meydanına ve Rokin'e vurduk. Bu sefer biraz daha detaylı gezip tozup Rembrandplein'e geçtik. Rembrandplein'daki kafelerden en Amstel Nehri'ne yakın olanına oturup Amstel biralarımızı yudumlamak ise çok keyifliydi.

Hava bu kadar uygunken bari kanalda bisikletle gezelim dedik. En yakın noktadan su bisikleti kiralayıp elimize de bir harita aldık. Hakan haritaya baka baka aleti yönlendirdi ve kas gücünün de çoğu yine kendisindeydi. Diğer pedala ise üçümüz dönüşümlü olarak geçtik. Kanalda bu keyifli gezinin ardından indiğimiz yerden sonra güzel bir coffee shop bulup girmenin vakti gelmişti artık.

Tüm coffee shop'larda olduğu gibi burada da çok ağır ve trans müzikler çalıyor. Tamamen yasalara uygun bir takım ürünler satın alıp, masalardan birine oturduk. Ürünleri tüketirken oldukça keyif aldığımı söyleyebilirim. Özellikle de tüketimden sonra arkadaşlarımızdan bazılarının halleri sayesinde :). Bu sayede akşam gitmeyi planladığımız ve rezervasyon yaptırdığımız restoranı arayıp iptal etmek zorunda kaldık. Ve kızları otellerine bırakıp Hakan'la ikimiz evin orada çok güzel bir et lokantasında (Roos Steakhouse) yemek yedik. Dışarıdan bakınca esnaf lokantası görünümlü ama içeride 5 yıldızlı bir restoran. Johan Huizingalaan bölgesinde, tavsiye olunur.

23 Nisan Pazartesi:
Sabah kalktığımda Hakan işe gitmişti. Benim planımsa bugün müze gezmekti. Kalkıp evden çıkıp Anne Frank'in evinin olduğu bölgeye gittim. Önce kahvaltı yapmalıydım, zira Anne Frank'in önündeki kuyruk pek iç açıcı değildi. Başladım kahvaltı için mekan aramaya. 2 blok gittikten sonra tam umudumu kaybedecekken güzel bir pastane çıktı karşıma. Kahvaltımı edip enerji depoladıktan sonra kuyruğa girdim. 1 saatin üzerinde bekledikten sonra Anne Frank'in evine girdim. Evin her köşesinde tüylerim diken diken olup olup durdu haliyle. Müzenin dükkanından Anne Frank'in günlüğünü de aldıktan sonra hemen karşısında bulunan Westerkerk'e bir bakıp tekrar Red Light'a geçip Oudekerk'e baktım. Sonra tram'a binip müzeler bölgesine gittim. Kızlarla haberleştiğimde Van Gogh müzesinde olduklarını öğrendim ve i amsterdam kartım sayesinde devasa kuyruğu beklemeden müzeye giriş yaptım. Kızlarla beraber Van Gogh müzesini gezdikten sonra çıkıp meydandaki waffle'cılarda birşeyler atıştırdık. Bizdeki waffle'ların çok daha güzel ve lezzetli olduğunu anladık. Şimdi sırada Rijkmuseum vardı. Rijk küçük fakat içinde çok güzel eserlerin olduğu bir müze. Ancak çabuk bitti.


Damrak'a geri dönüp hediyelik eşyacılara bakarken Hakan da bize ekleşti. Önce 1679 yılında yapılan Wynand Fockink isimli bir likörcünün tadımevine gittik. Kendi adıma hayatımda içtiğim en güzel sıvıları tattığımı söyleyebilirim. Enfesti. Bundan sonra dün gidemediğimiz restorana gidip leziz fondülerimizi ve etlerimizi lüplettikten sonra geceyi NJoy isimli kulüpte sonlandırdık.

24 Nisan Salı:
Bugün yalnızdım. Kızlar Türkiye'ye dönmüştü. Yağmurlu bir havada kalkıp Yahudi bölgesine gittim. Amacım Mozes & Aäronkerk'ten başlayarak gezmekti fakat bu kilisenin kapalı olduğunu gördüm. Sonra Yahudi Tarihi müzesi ve Portekiz Sinagogu'nu gezdikten sonra tekrar yürüyerek çiçek pazarından geçtim ve tram'a binip Artis isimli hayvanat bahçesine gittim. Bu çok büyük hayvanat bahçesinin tamamını gezmeye vaktin yetmeyeceğini anlayıp tekrar tram'a atlayıp Heineken Brewery'ye gittim. Heineken Experience'a katıldım. Adamları tekrar en acayip şeyleri bile yüksek gelirli bir turistik aktiviteye çevirme becerilerine hayran olup tram'la Centraal Station'a geçtim. Bu akşamki plan suşi yemekti. Kyoto Cafe'de Bora ve Hakan ile buluşup sınırsız suşi menüsünden alıp yaklaşık 8 porsiyon suşi yedik. Suşiciden çıktığımızda tıka basa dolmuştuk. Rokin'deki Tara isimli bir bara gidip Türk hakemin yönettiği Barcelona - Chelsea maçını izledik.


Maçtan sonra dünyanın başka hiçbir yerinde yapılmayan bir şeyi denemek için tekrar Red Light'a gittim. Seks tiyatrosuna girdim. Son derece nezih bir ortamda, yine her yaştan ve cinsiyetten insanla birlikte sahnede cereyan eden canlı şovu izledim. Yaklaşık 1.5 saatlik bir şov, ortalama 4-5 dakikalık kısa performanslardan oluşuyor. Kimse olayın pornografik boyutuyla ilgilenmiyor haliyle, herkes şov kısmında. İlk 3-4 dakikadan sonra ben de aynı gözle bakıp son derece keyif aldığımı söyleyebilirim, çok başarılı ve emek verilen bir şov olduğu bir gerçek.

25 Nisan Çarşamba:
Bugünkü tek planım planım alışveriş yapmaktı. Tram'a atladığım gibi Dam'a gittim ve bulduğum ilk eli yüzü düzgün yerde kahvaltı ettim. Sonra Damrak'tan başlayarak aşağı kadar alışveriş yapa yapa indim. Arada yolumun üstündeki Seks Müzesi'ne de bir uğradım. Pek bir olayı olmayan ama eğlenceli bir müze. Rokin'den tekrar Red Light'a geçip Amsterdam'daki tüm dükkanlara girip çıktığıma emin olduktan sonra eve dönmeye karar verdim. Yolculuk öncesi biraz dinlenmek amacındaydım. Dönüşte Albert Heijn'a uğrayıp biraz alışveriş yaptım. Eve vardığımda ellerim dolu, yorgun ve ıslaktım.

Hakan gelene kadar dinlendim. Hakan gelince de çıkıp tren istasyonuna gittik. Binmemiz gereken tren diğer yöne gidiyor sanıp gitmesine izin verip bir sonraki treni bekledik. O da gecikmeli gelince aldı beni bir telaş ama rahatlıklar ülkesi Hollanda'da hiçbirşey sorun olmadığı gibi bu da sorun olmadı. Bavulumu verip Hakan'a veda ettikten sonra freeshop'larda biraz bakınıp salona geçtim. Salona girerken benim dalgınlıkla bu bavula koyduğum ufak likör şişesinin x-ray'de gözüküp, çantayı elle aramalarında bulamamaları da hayret vericiydi. Şişeyi evde bavulları açarken görünce farkettim çantamı neden aradıklarını.

Salona geçtiğimde bir baktım geliş yolculuğunu bana kabus eden uzakdoğulu da orda. Aynı kıyafetle üstelik. Kötü ihtimali kafamdan attım ve kapı açılınca ben de girdim. Kendimi KLM'in şefkatli kollarına bıraktım ve güzel bir yolculukla evime İstanbul'uma geri geldim. Çılgın şehir beni her zaman olduğu gibi samimiyetle bağrına bastı.

Amsterdam notları:
  • Hollanda'da trafik namına tek dikkat edilmesi gereken şey bisikletler. Arabadan daha tehlikeli.
  • Amsterdam'da varsayılan dil İngilizce. İnsanlar ilk olarak İngilizce konuşuyorlar. Gerekirse kendi dillerini konuşuyorlar.
  • Halk, tüm garson ve taksiciler dahil benden daha akıcı ve doğru İngilizce konuşuyor.
  • Hollanda'nın Migros'u olan Albert Heijn'da kredi kartı geçmiyor.
  • Amsterdam'da da başıboş kedi ve köpek yok.
  • Amsterdam'da bisikletler taneyle değil, kürekle satılıyor. Her yer yığın yığın bisiklet.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Kartalkaya

Kayak yapmasını seviyorum. Tercihimi hem ulaşılabilirlik hem kolaylık açısından Kartalkaya'dan yana kullanıyorum. 
Geçtiğimiz kışki kayışlarımızdan bir derleme videosu aşağıda.